Perşembe, Nisan 26

Tamer Karadağlı: 'Kimse sadakat


'Kimse sadakat yeminleri etmesin'

Şebnem AKSON

Evliliğinde büyük bir kriz yaşayan Tamer Karadağlı, kendisine bir suçlu gibi davranılmasını hazmedemiyor. Eşinin her zaman başının tacı olacağını söylese de evliliğin ona göre bir kurum olmadığının altını çiziyor..

- Siz, sıkışmış değil 'sıkıştırılmış' bir adam görüntüsü veriyorsunuz, karısı tarafından... Çünkü kendisine iyi bir koca olamayacağınızı ispat etmiştiniz zaten...
- Kime ne? Bunun hesabını ancak Arzu yapar ya da ben.

- İyi ya, suç artık sizden çıkmıştı diyorum...
- Ne suçu? Bana vatan haini gibi davranmaya kimin hakkı var. Ne yapmışım? PKK'ya mı karıştım, polis otosuna molotof kokteyli atıp yaktım mı? Beni küreğe mi mahkûm edeceksiniz, direğe mi asacaksınız? Arzu son derece aklı başında ve güçlü bir kadındır. Birçok değeri ve erdemi olan bir insan. Tıpkı benim gibi. Ben iyi bir koca olamamış olabilirim, e hadi beni asalım!

- Tabii ki, her şey olmak zorunda değilsiniz...
- Biz Arzu'yla, bir tek evlenmemiştik. Bir de onu denemeye karar verdik. Ne yazık ki, ben bu evlilik için çok ideal bir yapıya sahip olamayabilirim. Bu benim Arzu'ya verdiğim değeri hiçbir zaman alçaltmaz. Arzu benim için her zaman baş tacı olacaktır. Bana bir melek verdi, Zeyno. Yani ben çocuk da düşünmüyordum hiç. Çocuk sahibi olma fikri beni çok korkutan bir şeydi.

- 2004'te ortaya çıkan kamera görüntülerinin ardından, yani irice bir krizin ardından çocuk sahibi oldunuz. O görüntülerden sonra sizden çocuk istedi o halde...
- Arzu çok istiyordu, ama benim de Arzu acaba anneliği kıvırabilir mi gibisinden en ufak bir tereddütüm olmadı ki. Çocuğum olacaksa, Arzu'dan olmasını istedim. Ona hep güvendim.

- Ama onun böyle bir konforu hiç olamadı, size güvenmekten bahsediyorum...
- Hiçbir zaman onun böyle bir konforu olamadı. Fakat ben iyi bir koca olamasam da, zaten böyle bir iddiam yoktu, çok iyi bir baba olmak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Dünyadaki en büyük hazinem kızım ve o bizim Arzu ile tarafsız bölgemiz.

- İyi de Rus kadınlarla görüntülendikten sonra onu Amerika'lara götürüp ikna eden siz değil misiniz?
- Ben kimseyi ikna etmek için büyük çabalar, ayaklarına kapanmalar yaşamadım. Şu ibare beni hep rahatsız etti: Karısı tarafından affedilen Tamer Karadağlı. Ben karıma hiç sadakat yemini etmedim. O dönem yaptığım en büyük hata herkesin önünde çıkıp "Karımdan özür dilerim," demek oldu. Ne oluyor ya? Kime ne? Karımla benim aramda olan şey. Aaa, Rus kadınlarla basıldı. Ulan şu anda İstanbul'da 1 milyon kişi Rus kadınlarla beraber oluyor. Bir tek ben miydim? Karım da son derece güçlü bir şekilde yanımda durmaya çalıştı. Ben kötü örneğim, ayrıca örnek olmak istemiyorum. Niye örnek alınayım ki? Haksızlık bu bana.

- Ona yalan söylediniz.
- Söyledim.

- O da zaten "Yazılan her şey doğruymuş," diye küskün bir demeç verdi...
- Bazen olayların ısısıyla verilmemesi gereken demeçler verilebiliyor. Arzu'yu bu konuda suçlayamam.

- Bir an Arzu ile yer değiştirin, siz nasıl davranırdınız?
- Böyle bir adamla evlenmezdim. Ben kötü koca, ama iyi başka bir şey olabilirim, yani bütün rolleri mükemmel şekilde omuzlamak durumunda değilim.

- İnsanlar başlangıçta sizi oyunculuğunuzla sevmişti...
- Ne değişti? Oyunculuğum mu? Dünyanın en ünlü ressamı kulağını kesip bir kadına yollamış. Sapık mı diyeceğiz ona? Aaa, resimlerine bakmayalım, hatta yakalım, gömelim onu, asalım. Çünkü olmaz öyle şeyler, kulak kesilmez. Allah Allah! Dostoyevski de kumar oynuyordu, kumar borcunu ödemek için yazıyordu. Olmaz, çok ayıp, bir erkek kumar oynamamalı. Kime ne? Herkesin hayatı kendisini ilgilendirir. siyinam@sabah.com.tr

- Arzu kaybetmeyi göze aldığınız bir eş mi?
- Arzu benim için kaybetmeyi asla göze almayacağım bir insandır.

- Ama ben 'eş' dedim...
- İşte bütün roller birbirine giriyor şimdi. Çok açık söyleyeyim hani Arzu'ya böbreğimi veririm, kolumu veririm. O kadar samimiyim. Ama biz artık şu anda aynı ev içinde anlaşamıyor olabiliriz. Ama bu, ona insan olarak değer vermiyorum anlamına gelmez. Evden çıktım. Tabii ki çıkacağım, erkek adam ceketini alır ve kendisi çıkar. Ben ailemden öyle gördüm. O ev her şeyden önce kızımın evi. O anlamda Arzu'yu hiçbir şekilde rencide etmem. Ayrıldık diyelim, mahkeme 1000 YTL nafaka diyecek. Ben 1000 YTL mi vereceğim? Yani böyle saçma sapan şey olur mu?

- Neden bugüne kadar Deniz Uğur'la aranızda olup bitene sahip çıkmadınız?
- Deniz'i bugüne kadar ne kabul ettim, ne de reddettim. Çerçevelenmesini istiyorlar, karşı çıkıyorum. Nedeni şu: Onu konuşmak için beni arayacaklar. Telefonlarım susmayacak.

- Deniz nasıl bir kadın, onda bulduklarınız neler?
- Ben şimdi sana o insanda ne bulduğumu anlatmaya kalkarsam, sanki bir taraf tu kaka, diğerine sığındım gibi bir sonuç da ortaya çıkabilir. Ben işte buna şiddetle karşıyım. Şu anda benim için öncelikli sırada evliliğimle ilgili problemleri halletmek var, ondan sonrasını hayat gösterir. Deniz'le arkadaşlığımın boyutu kimseyi ilgilendirmez. Kimseyi çerçevelemekten yana değilim.

- Nasıl bir insan?
- Çok iyi bir insan. Ne olur daha fazlasını isteme. Bir taraflara iyi görüneyim diye bir tarafı gömmek bana yakışmaz. Deniz kendi jenerasyonu içindeki en iyi oyunculardan biri. Aramızdaki alışveriş bir oyuncu olarak bana haz veren önemli bir güdü. Paylaşımımız çok güçlü. Tek başına ayakta durmaya çalışıyor. Çok büyük trajediler geçirmiş bir insan. Çok büyük travmalar... O yüzden de hani bir taraf çok iyi, bir taraf çok kötü gibi bir şey olmasın, bu bana yakışmaz.

- Kiminle evli olsaydınız, nasıl bir kadınla, onu aldatmak çok ama çok zor olurdu?
- Ben evlenecek olsam gene Arzu'yla evlenirdim. "Keşke evlenmeseydim," dediğim zamanlar çok oldu ama. Kimse içeride neler yaşandığını bilemez, ama benim habitatım çok daraldı. Hiçbir şey yapamaz oldum. Yaşam alanım daraldı. İnsanlar beni niye sevdi? Oyunculuğumdan dolayı. Ama ben şimdi işime konsantre olmalıyım değil mi?

- Erkekler bazı şeyleri ne yazık ki farkına varmakta epey gecikiyorlar...
- Öyle ama bu bir vefa borcu değil ki, belki de öyle, bilemiyorum. Ama ben Arzu'yu hiçbir zaman satmam, satamam. Yani Arzu'nun belki de yaptığı en zor şey Tamer Karadağlı'nın karısı işini yapıyor olmaktı. Bu çok ağır bir yük aslında. Bu, ona haksızlık. O yüzden Arzu benim canıma okur, ama Arzu'nun hakkıdır o.

- Ayrılırken ileriki yıllarda onun 'bir başkasına âşık ama mutlu' bir kadın olmasını sağlamak için elinizden geleni yapacak mısınız?
- Açık söyleyeyim yapmam.

- Peki, sizinle evliyken bir başkasına ilgi duyup beraber olduğunu duysanız, bu sizi bozar mıydı?
- Bozar tabii, kimi bozmaz ki, herkesi bozar.

- Arzu ya sizi anlayışla karşılarsa, ortaya çıkan modele razı gelir misiniz? Boynunuzu büker misiniz?
- Hayır. Kim boyun büker ki?


'SMS yoluyla oylama mı yapalım?'
- Hayatınızın kadını kim?
- Ne Ayşe, ne Fatma. Zeyno. Hayatta yaptığım en güzel şey kızım. O bana o kadar büyük bir rahatlık veriyor ki. Şimdiden ona bol bol kitap okuyorum. Defalarca okuduğum kitap Küçük Prens'tir. Küçük Prens hayatı anlatır. Hayat yolculuğunu. Gerçekten önemli mesajlar içerir. Babam bana almıştı. Babamın bana aldığı tarihi bile hatırlıyorum. 12.12.1975. O kadar sevdiğim bir hikâyedir ki, geçenlerde babam Zeyno'ya göndermiş. 'Küçük Prensesim, işte yolculuk başladı. Senin de hayatında dikenli güller olacak, tilkiler olacak, gül bahçeleri göreceksin ve senin de küçük Zeyno'ların olacak. Hadi iyi yolculuklar,' diye yazmış. Tüylerim diken diken oldu.

- Ne zaman sonuçlanacak bu kriz?
- İnsanlar söyleyeceklerini söylesinler. Biz ondan sonra konuşuruz. Arzu'yla konuşuyorum zaten. 40 küsur yaşındayım, bırakın da sağlıklı karar vereyim ya da karım versin. SMS yoluyla oylama mı yapalım? Arzu Balkan boşansın mı, boşanmasın mı? Kime ne?

-Bütün bu olan bitenler içinde sizin yaşadıklarınız neler?
- Çok ciddiye almamaya çalışıyorum ama kırılıyorum. Ben ne yapmışım böyle? Evlilik insanların bin sene önce kurmuş oldukları bir kurum. Erkek spermlerini saçmaya çalışır, kadın toplamaya. Kim neye sadıktır? Bizi en çok daraltan nokta 'affetti, affedildi' meselesi. Affetti ama değmedi. Benim neye değip değmeyeceğime karar verecek merci kim? Ben hiçbir zaman sadakat yeminleri etmedim, kimse de etmesin. Hayat homojendir. Hiçbir şeyin garantisi yoktur.

- Arzu evinde. Ben her gün eve gidiyorum, kızımla oynuyorum, bir iki saat geçiriyorum. Arzu'yla konuşmuyorum diye bir şey söz konusu değil. Orası onun evi, kızımızın evi. Ben ceketimi aldım, çıktım. Şu anda annemin evine yerleştim. Kızımızın sağlığı çok önemli. Belki şu anda bir krizden geçiyor olabiliriz, ama bunu ona hiç hissettirmemeliyiz. Zeyno beni her gün görecek. Karım beni boşar, boşamaz. Bu kimseyi ilgilendirmez. Şu anda öyle bir infial yaşanıyor ki, etraf toz duman. O toz toprak yerine yerleşsin, gereğini yaparız. Şu anda doğru kararları sağlıklı alamayabiliriz. Zamana ihtiyacımız var.

Saddam'ın gelininden itiraflar


Saddam'ın gelininden itiraflar

Saddam Hüseyin'in oğlu Uday ile 1982 yılında evlendiğini ve sekiz ay evli kaldığını iddia eden Sevim Torun, hikâyesini kitaplaştırdı. Kitapta Saddam'ın oğlundan hamile kaldığını ama düşük yaptığını belirten Sevim Torun, SABAH'a bu çocuğun yaşadığını itiraf etti..

"Saddam Hüseyin'i herkes çok gaddar bilir ama bazen çok merhametli bir insandı. Uday'dan daha çok çekinirlerdi"

Karşımda cümle kurmakta zorlanan, sorduğum soruları zaman zaman unutarak başka konulara dalan, tedirgin bir kadın var. Bu ruh halini psikolojik olarak rahatsız olmasına mı, yoksa yaşadığını iddia ettiği şeyleri gerçekten yaşadığına mı yormam gerektiğine hala karar veremedim. Çünkü anlattığı, hâttâ kitaplaştırdığı 'hikâyeye' tam olarak inanmadım. Sevim Torun, Saddam Hüseyin'in oğlu Uday henüz 18 yaşındayken onunla sekiz ay evli kaldığını hatta ondan bir oğlu olduğunu iddia ediyor. Tüm bu iddialarını Saddam'ın Gelini isimli kitapta toplayan Torun, Uday ile evliliği boyunca şiddet gördüğünü gözleri dolarak anlatıyor.

- Saddam Hüseyin'in oğluyla bundan 25 yıl önce evli olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Neden şimdi böyle bir kitap yazdınız? Çünkü iddianızın muhatapları öldü...
- Irak halkı şu an çok zor durumda. 25 yıl önce Bağdat sokakları gül kokuyordu, insanlar o caddelerde gülerek geziyorlardı. Şu anda evler, işyerleri harabe şeklinde, insanların kolları bacakları kopmuş durumda. Rüyamda gördüğüm bir erkek çocuğu var bacakları kopmuş. Maddi anlamda bu kitaba ihtiyacım yok. Ama o çocuğu bulmam gerekiyor (ağlıyor)... Oradaki insanlara yardım edeceğim bu kitabın geliriyle. Orada hastane kurmak istiyorum... Gençken, güzelken çıkarabilirdim bu kitabı, film teklifleri de alırdım ama artık öyle bir beklentim yok yaşlandım.

- Uday ile resmi nikâhla mı evlendiniz peki?
- Gelinlik giydim, imzalar atıldı. Evlendiğimizde herkesin gözü önünde imzalar atılmıştı.

- Nasıl bir evlilikti bu biraz anlatır mısınız?
- İlk başlarda aşk evliliğiydi. Hayatımda göremeyeceğim bir gelinlik giymiştim, hiç yaşayamayacağım bir masalı yaşamıştım. Sonra vatan hasreti başladı. Oradaki bazı durumlar beni rahatsız etti. Uday ile her gün beraberdik, yanımda olmadığı zaman telefon açardı sürekli. Sürekli kokain kullanıyordu. İlk başlarda bunu un zannettim zaten çünkü o zamana kadar içki nedir bilmiyordum. Ben oraya gitmeden küçücük bir mahallede yaşıyordum.

- Ne gördünüz de bu kadar korktunuz?
- Uday'ın işkence ettiği, konuşturmak için elini, kolunu, bacağını kestiği insanları gördüm. Kendi hayatımdan endişe etmeye başladım. Beni dövüyordu, kolum kırıldı bir keresinde. Tekmelemişti beni. Vücudumda bu işkencelerin izleri hâlâ duruyor. Gözü kararıyordu, nasıl bir şiddet uygulandığının bile farkında olmuyordu. Sonra pişman oluyordu. Özür diliyordu, çok değerli hediyeler alıyordu.

- Ruh hali açısından nasıl bir insandı?
- Otoriter, asabi, gözü kara bir insandı. Lider olma saplantısı vardı. Babasının yerinde olmak istiyordu.

'BANA ASLAN ALMIŞ'
- Sizi aldatıyor muydu? Uday'ın kadınlara düşkün olduğu biliniyor...
- Evet son zamanlarda fark etmiştim beni aldattığını. Kendisi yakışıklı bir adamdı. Etrafında çok kız olduğunu sonradan duymaya başlamıştım. Ben gitsin başkalarıyla evlensin, beni azat etsin istiyordum.

- Duygusal anlamda nasıl biriydi?
- Aşk dolu bir insandı, iyi biriydi.

- Sekse düşkün müydü?
- Evet çok düşkündü.

- Sizin bu anlattıklarınıza onay verecek birisi var mı? Yani şahidiniz var mı?
- Halam, eniştem ve kuzenlerim vardı. Benim kaçmamdan sonra Uday tarafından öldürüldüler.

- Elinizde ne bir fotoğraf, ne bir belge var. Benim kafamda ve eminim ki birçok kişinin kafasında bu anlattıklarınızın hayal mahsulü olma ihtimali belirecek...
- Elimde sadece Saddam'ın kızı Ragdad ile çekilmiş bir resim var. Eskişehir emniyetinde de ben kaçtıktan sonra peşime düşen Irak devletinden adamların kaydı var. Şiddetin izleri vücudumda, onlar kanıt.

- Saddam Hüseyin ile ara ara görüştüğünüzü anlıyorum kitaptan. O nasıl bir karakterdi, oğlu üzerindeki etkisi neydi?
- Saddam Hüseyin'i herkes çok gaddar bilir ama bazen çok merhametli bir insandı. Bana karşı hiçbir gaddarlığı olmadı ama insanlar ondan çekinirlerdi ama Uday'dan daha çok çekinirlerdi. Oğlunun bu tür hareketlerine çok kızan biriydi. Oğlunu zaptedemiyordu.

- Uday sizi poligona götürüp canlı hedeflere ateş ettirmeye mi kalktı?
- O beni kendisi gibi yapmak istiyordu. "Sen benim karımsın güçlü olmalısın," diyordu bu nedenle silah kullanmayı öğretmeye çalıştı. Sarayın yakınlarına bomba düştüğünde ve ürktüğümde bana kızıyordu. Ben çocukken dayak yiyerek yetişmiştim, korkuyordum. Silah talimi yapıyordu ben yapmak istemiyordum. Bazı şeyler hoşuma gitmemeye başladı.

- Ne mesela? İnsanlara mı ateş ediyordu?
- İnsan olduklarını tahmin etmiyordum. Hedeflerin içinde hayvanlar vardı diye tahmin ediyorum. O konulara fazla girmek istemiyorum..

- Ama kitapta yazmışsınız canlı insanlara ateş ettiğini...
- Evet, var öyle bir şey.

- Uday'ın hayvanlara düşkünlüğü ne boyuttaydı?
- Bir gün bana iki kedi aldığını söyledi. Kedileri görmek istediğimde beni alt kata götürdü. Bir kafesin içinde iki aslan vardı, kedi dediği aslanlarmış. Uday dünyanın dört bir yanından hayvanları toplar ve eğitirdi. Onlarla zaman zaman dövüşürdü.

- Nasıl kaçtınız peki?
- Saraydan kaçmaya karar verdikten sonra Uday'a iyi davranmaya başladım. Bana inandı. Sarayda yaşlı bir subay vardı onların çok güvendiği. O subaya "Ben sana âşık oldum," dedim, inanmıyordu. Ona pırlantalar elmaslar hediye ettim. O benim kaçmama yardımcı oldu. Beni çok fakir bir köy evine götürdü. O köyde yaşadığım insanlarla birlikte Türkiye'ye geldik. Etap Marmara Otel'inde kaldım. Sonra benim hayatım kaçarak geçti. 20 gün orada 20 gün burada değişik hayatlar yaşadım.

- Uday'dan hamile kaldınız... Çocuğu düşürdünüz mü düşürmediniz mi?
(Uzun bir sessizlik)

- Anladığım kadarıyla bu çocuk yaşıyor ama korkudan açıklamak istemiyorsunuz ama ben suskunluğunuzu bu çocuğun yaşadığına yoruyorum. Pişman mısınız?
- Pişmanım evet.

- Bundan sonra çocuğunuzla ne yapacaksınız?
- Ragdad'la görüşeceğim. Çok şeker güzel bir insandı. Kendim gideceğim yanına. Beni mutlaka hatırlayacaktır. Yüzde 100 hatırlayacaktır. Gittiğimde kitaptan dolayı bana tepkisi olacaktır.

'Uday kolumu kırdı'
- İşler ne zaman ters gitmeye başladı? Uday'ın şiddete yatkın kişiliği dünyaca biliniyor, 18 yaşındayken nasıldı karakteri?
- Uday aileden kimseyi dinlemezdi. Evde Uday'ın sözü geçerdi. Gözü kara bir insandı. Babası bile bazen susmak zorunda kalırdı. Benim vatan hasretim başladıktan sonra, bazı duyumlar almaya başlamıştım insanlara yaptıkları konusunda. Sonra soğukluk aramızda başladı. "Gideceğim," diyordum. O zaman beni dövüyordu. Hırçınlaşıyordu. Eve geç geliyordu, bazen gelmiyordu. Son olarak cezaevlerine gittim ondan habersiz, bazı şeyler gördüm çılgına döndüm ve korkularım arttı.

Tarlakuşu Çiftliği'nin yönetmenleri:


Türkleri kızdıran kardeşler

- Türkiye'de çok sevilen iki yönetmendiniz, İstanbul Film Festivali'nde ödüllendirildiğinizde Türk seyircisinden büyük sıcaklık gördünüz. Babam ve Ustam filminin usta yönetmenleri Türk sinemaseverler için 'Ermeni kıyımının' savunucuları haline geldi. Filmdeki şiddet sahneleri, Avrupa'daki Türk fobisini de destekler tarzda.
- Paolo Taviani: Siz Schindler'in Listesi'ni gördünüz mü? Orada da şiddeti yansıtan sahneler çok kuvvetliydi. Trajediler ele alındığında bu sahnelerin olması ve insanları etkilemesi normal. Biz Ermeni asıllı İtalyan vatandaşı Antonia Arslan'ın Tarlakuşu Çiftliği kitabından yola çıktık. Arslan, İtalya'ya kaçan kendi akrabalarının hikâyesini anlatıyor. Masumların kıyımı korkunç bir şey. Bizde de bu tip şeyler oldu, yakın zamanda Ruanda'da, Kosova'da oldu. Birbirlerine sabahleyin "Nasılsın?" diyen insanlar akşam birbirlerini doğramaya başladı.
- Vittorio Taviani: Biz tarihçi değiliz, buna da kalkışmıyoruz zaten. Şu oldu, bu oldu diye bir yargıda bulunamayız. Biz bir şeye karşı ya da onun lehinde değiliz. Filmde Jöntürklerin partisi ile polemiğe giriyoruz. Tüm Türkiye'yi de suçlamıyoruz. Jöntürkler, Almanya'da, Fransa'da, İtalya'da da örnekleri olduğu gibi faşist ve ırkçı bir parti. Türkler bence bu ırkçı ve faşist Jöntürkler hareketini ve yaptıklarını kınamalı. Almanlar büyük bir güçlükle faşizmi kınadılar.

- Film, bir trajediyi tek bir tarafın anlatımına göre yansıtıyor. Türkiye'de de, dedesi, ninesi Ermenilerce öldürülmüş insanların şahsi hikâyelerini dinleyebilirsiniz.
- P. T.: Biz Ermeni kıyımı üzerine tarihi bir film yapmadık. Filmin bir kitaptan hareket ettiğini unutmamak lazım. Ermeniler Türklerin baskısı altındaydı. Trajedi, kıyım, soykırım, bu tanımları yapmak bizim işimiz değil. Elbette Aslan'ın İtalyan yönü biz hikâyeye daha yaklaştırdı. Anlaşılması gereken Türkiye'ye karşı bir film yapmadık. Türk halkı ile aynı değerlere sahibiz. Jöntürklere bizim faşistlere baktığımız gözle baktık.

- Filmde çok net bir ayrım var: Ermeniler iyi, Türkler kötü. Salondaki seyirci filmden Türklere nefreti kabarmış biçimde çıkıyor.
- V. T.: Filmde Türk karakterlerinin olumsuz olduğu söylenemez. General Arkan, Jöntürklerin yaptığı kıyımı kabul etmiyor. Jöntürklerin başı, emrine karşı gelip tüm erkekleri öldürüyor. Ermeni kadın ve çocukları ise Nâzım adında bir Türk dilenci kurtarıyor. Asker Yusuf da, savaşta gördüklerini mahkemede ihbar ediyor. Filmi seyredenlerin Yusuf'a sempati duymaması mümkün değil.


- Filmdeki Türk karakterlerin isimleri ile ilgili bir diplomatik kriz yaşandı. Türk makamları, size "Bari bir Türk generale 'Eşek' ismini vermeyin. Bu kadarı da fazla," dediler. Ayrıca Türklerin çok sevdiği Nâzım Hikmet'in adının bir dilenciye, ünlü Türk yönetmen Ferzan Özpetek'in adının bir askere verilmesi de kasıtlı görüldü.
- P. T.: Bu kadarı fazla diye düşünüyorum. Antonia Arslan'ın kitabındaki tüm isimleri değiştirdik. Senaryo aşamasında Türk karakterlerin isimlerini eski kitaplardan aldık. Filmde Arkan adındaki Türk generalin adını önce "Aşak" koymuştuk ancak bunun anlamını bilmiyorduk. Eski bir kitapta bulduk. Türk makamlarının "Biraz ayıp ediyorsunuz," tepkisinden sonra ismi değiştirdik. Aslında düşününce, Sicilya'da halk da eşeğe "Uşek," der. Nereden nereye!

- Nâzım ismini kullanmanız da Türklerin en sevilen şairlerinden Nâzım Hikmet'i çağrıştırdığı için eleştirildi.
- P. T.: Bu mümkün değil, Nâzım benim en sevdiğim şair. 20 yaşında sevgilime onun şiirlerini okurdum. Ayrıca Nâzım ismini filmde olumlu bir karakter olan dilenciye verdik.

Demet Akbağ: ''Yılmaz'ın otoritesi


''Yılmaz'ın otoritesi altına mı girdim? Olur mu öyle şey...''

Şebnem AKSON

Demet Akbağ'ın 40'larını yaşayan, akıllı ve kuvvetli kadın görünümünün altında hâlâ yaralı bir kız çocuğu saklı. Yıllardır içinde bulunduğu Bir Demet Tiyatro'daki varlığı kendi seçimi olsa da, dışarıdan gözüktüğü kadar otoriter değil, tam tersine otorite altında..

- Demet Hanım, muhteşem performansları olan bir oyuncumuzsunuz ama oynarken bile ben sizde fazladan bir otorite seziyorum. O neden?
- Tamamen Freudyen bir durum. Hani elime geçirmişken sözümü dinleteyim meselesi. Herhalde zamanında hiç dinlenilmemiş sözüm. Ben babaya bağlıyorum ya da yaralı çocukluğa...

- Yaratıcı kişilikler için çok da alışılageldik bir durum aslında...
- Özellikle bu bir kadınsa... Biraz ailevi problem, biraz babaya kendini kanıtlama durumu bendeki. Kendini babaya sevdirmek, ispat etmek ister yaralı kız çocukları. Ama böyle konuşurken de babamın artık fazlasıyla duygusal bir adam olduğunu göz ardı edemiyorum.

- Bir rahatsızlığı mı var artık babanızın?
- Hayır hiçbir rahatsızlığı yok. Fakat o bizim eski bildiğimiz otoriter baba kimliğinden çıkıp, bizi gördükçe hemen gözleri dolan bir adam haline geldi.

- Anne babanız siz kaç yaşındayken ayrılmıştı?
- 12 yaşlarındaydım ama bu ayrılık bizim için büyük trajedi olmadı. Anneannemin evine, Bostancı'ya taşındık. Anneannem, annem, kız kardeşim, kadın kadınaydık. Bir de erkek kardeşim Kemal var benim. Kemal altı buçuk yaşındaydı. O biraz daha farklı etkilendi. Biz kadın kadına kalıvermiştik, ama sanki daha güçlüydük. Ben de Kemal daha güçlü olsun gibilerden babamdan gördüğüm otoriteyi zaman zaman Kemal'e uygularken yakalardım kendimi. Ama o kendi koşuşturması içinde pamuk kalpli bir adam oldu.

- Şimdi siz de annesiniz, oğlunuz Ali hayatı boyunca 'yarasız' kalsa üzülmez misiniz?
- Yarasız kalsın. Yara sanat içinde, yaratıcılığa ya da estetik görüşe, duruşa bir şeyler ekliyor olabilir, ama insanın özel hayatında insanlara, karşı cinse, dostlarına, yakınlarına olan güveni ve de özgüveni, kompleksleri filan farklı gelişiyor. O yüzden yara istemem Ali'de.

- Ben sizin özel hayatınızda, bütün bu saydığınız ekstralar yaşandı diye anlıyorum...
- Evet, yaşandı. Mesela ben sevmeyi değil sevilmeyi, seçilmeyi tercih ettim. İstemezdim böyle olmasını.

- Kocanız?
- Bir tek Zafer öyle değil. O çok şaşırtıcı. Sevilmek arzusuyla dolu bir çocuk olarak büyüdüğüm için beni sevdiğine, aldatmayacağına, safiyetine inandıklarımı tuhaf sezgilerimle, o hayvani içgüdülerimle bulup çıkartıyordum hayatın içinden. Yani hiç öyle maceralara falan girmedim. Biri hakkında çok uzak hayaller kurmadım. Beni sevince yetiyordu bana, ama Zafer benim hiç beklemediğim bir anda aniden ve hiç beklemediğim bir şekilde karşıma çıktı. Yani o beni ne kadar seçtiyse, ben de onu o kadar seçtim.

- Sevilmek için hayat boyu bukalemunluk mu yaptınız?
- Tabii. Yaptığım işin de kesinlikle bukalemunluk olduğuna inanıyorum zaten. Benim oyunculuk yapıyor olabilmem, herhangi bir şeyi becerebileceğimi kanıtlamak üzerine kurulu. Kendinden memnun olmamak bu, ben böyle açıklıyorum oyunculuğu. Normal bir şey olduğunu düşünmüyorum yani. Normal insanların böyle bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Bunun psikolojik bir bozukluk olduğunu düşünüyorum, bende böyle en azından. Yoksa ben bu işi yapabilecek en son insanlardan biriyim. PR, satış için uygun bir kişilik değilim.

- Hayatın Yılmaz Erdoğan'ı sürüklediği yer maskülen ve hatta politik bir figürün sürükleneceği en son yer aslında. Siz bir kadın olarak magazine ya da popülizme 'dişil zaaflar' göstermeyip, ondan daha dayanıklı çıktınız...
- Bizim kariyerimiz paralel ilerlemedi, sebep biraz da o. Ben bu işin tek dalında ilerlerken o birkaç dalında birden ilerlemeye çalıştı. Bu da her anlamda gündeme gelmeyi getirdi beraberinde. Kaç kişi var ki, onun gibi yazıp da oynayan.

- Çok uzun zamandır birliktesiniz, bir sıkışma olmasa eski sinerji seyirciye geçerdi. Birileri mutsuz olacak gibi... Sizce kim, kimi mutsuz edecek?
- Anlayamıyorum, birlikte yaptığımız işlerden çok memnun olan bir kitlemiz var bizim. Ama bir başka kesimin gözüne Yılmaz'ın egosu batmış olabilir, ama benim çok fazla acı çektiğimi düşünen ilk siz değilsiniz, fakat en ısrarlısı siz çıktınız. Beni elleri kelepçeli mi zannediyorsunuz?

- Hayır, artık mutsuz olduğunuzu ve yakın bir zamanda tersinizin döneceğini düşünüyorum. Bir sorgulama dönemindesiniz ve hayata karşı daha önce almadığınız bir tavrı alacağınızı düşünüyorum. Buna Yılmaz Erdoğan da dahil olacak diyorum.
- Allah Allah, gerçekten böyle mi görünüyorum ben? Ben bunu çok insandan duyuyorum. Biz sadece birlikte iş yapan iki insanız. Ben babamın olduğu gibi, onun da mı otoritesi altına girdim? Olur mu öyle şey?


- Neden devlet memurları gibi hep aynı yerde, hep aynı ekiptesiniz?
- Ben cesur değilim. Hayatında çabucak devrimler yapabilen, çabucak kararlar veren biri de değilim. Öyle güçlü biri değilim.

- Ya bunu fena halde hissettirdiyseniz?
- O kadar da değil. O ekipte ellerim kelepçeli değil benim, ama ben aslında yardımcı kadın oyuncuyum. Bütün ödüllerime bakın, paylaşımlıdır. Sinemada karakter oyuncusu derler ya, ben oyum. Kim bizim başroldeki oyuncumuza yardım edebilir diye beni çağırıyorlar. Ben kimselere yardım etmeden, en iyi yardımcı seçiliyorum.

- İyi ama Bir Demet Tiyatro'da Mükremin'le Tirbüşon'un şiddete nihayet 'tu kaka' demesinden daha heyecan verici değil mi, Lütfiye'deki sosyolojik gelişim? Neden yabana atılıyor, neden bu kadar hantal ilerliyor?
- Evet, ama ben orada da oyun kurucu gibiyim. Hani iyi pas alamazlarsa iyi gol atamazlar ya... İyi sayı olmaz, onun gibi bir şey. Ben iyi pasörüm yani. Çok iyi dağıtıyorum. Özel hayatımda da böyleyim.

- E bu hayatın içinde başlı başına kişisel bir trajedi değil mi?
- Abartmayın. Ben böyle bir sorgulama dönemine girmiş olabilirim diye böyle konuşuyorum. Ali üç beş sene sonra sosyal hayatın içine girip uçup gidecek. Bu kalan süreyi onunla geçirsem fena mı olur? Açıkçası son bir yıldır yeteneğimi teşhir etmekten sıkıldığım oluyor.

- Bir Demet Tiyatro'nun artık birçok rakibi var...
- Evet ama biz ilktik, yeniydik ve benzerimiz yoktu. Bizim üslup artık yaygın ve geçerli mizah haline geldi şimdi. Bu dili biz yaydık.

- Neden Bir Demet Tiyatro yerine yeni bir şey yapmadınız?
- Onu da yaptık, ama kendimizden tiksindik. Yılmaz yazar, "Demet acaba şurayı değiştirsek mi?" diye sorar, "Yok, yok fena olmadı," derdik. Bu kez öyle olmadı, televizyon için yaptığımızı 20 dakika seyrettik, "Kaldırın bunu gözümüzün önünden," dedik.

- İyi de sizin metinleri hep Yılmaz Erdoğan yazıyor, kendine yazıyor. Yılmaz Erdoğan beslendiği alanlarla mesafesini fazlasıyla bozdu, onun yerine egosunu şişirdi gibime geliyor. Emeğine saygılıyız, ama belki de sorun onda?
- Hayır, hayır. Baba ölmüş, Lütfiye boşanmış, şimdi beş sene sonrasını kurmaya başladık bile kendi içimizde. Ben Yılmaz'ın yaptığı işin çok zor olduğunu düşünüyorum. Reytingi düşünüyor, komikliği düşünüyor, boş yok yani. Eski yıllara oranla, haftada 15 dakika daha fazlasını yazıyor. Hayatın onu da sürüklediği bir yer var.

Halil ve Hamit Altıntop: 'Maçlarımızı


'Maçlarımızı kimse izlemezdi'

SONAT BAHAR

Türk Milli Takımı'nın yıldız futbolcuları Halil ve Hamit Altıntop bildiğimiz futbol starlarından çok farklı. Ön planda olmayı sevmeyen kardeşler, "Çocukların anne babası saha kenarında onları izlerken bizi izleyen kimse yoktu," diyor..

Onlar kendilerini tanımlayan harf olarak 'f'yi seçmiş: familie, freunde, fussball... Yani aile, arkadaşlar ve futbol. Bense onları 'y' ile tanımlamayı uygun gördüm: Yetenekli, yakışıklı, yalın.. Futbol dehası ikizler Hamit ve Halil Altıntop ile yaşadıkları Almanya'nın Gelsenkirshen şehrinde buluştum. Gereğinden fazla sakin bir şehir. Bu şehirde bildiğimiz futbolcuları tatmin edecek çok fazla şey yok. Zaten Hamit ve Halil Altıntop kardeşler bildiğimiz futbol starlarından çok farklı. Daha sade, düzgün, kültürlü yani iyi aile çocukları ve hâlâ bozulmamışlar. Bu nedenle Türkiye'deki kulüp yöneticilerinden özel bir ricam var; lütfen bu çocukları transfer edip bozmayın...

- Almanya'ya geliş öykünüz nasıl başlıyor?
Hamit: Annem ve babam 1972'de çalışıp, para kazanıp, Malatya'ya dönüp ev alma hayaliyle gelmişler. Üç ablamız var, Halil benden 10 dakika küçük. Biz iki buçuk yaşındayken babam kanserden vefat etti. Annem günde sekiz saat fabrikada çalışıyordu, eve gelip evin işleriyle de ilgileniyordu. Bizi büyütemedi bile. Biz ablalarımızla büyüdük.

- Baba figürü sizin için uzak anladığım kadarıyla...
Hamit: Kendisini tanımadığımız için hiçbir şeyini hatırlamıyoruz. Fotoğraflar falan gördük tabii ki ama annemizi üzmemek için o konulara hiç girmiyoruz.

- Futbolla yollarınız nasıl kesişti?
Hamit: Erkek çocukları nasıl top gördü mü peşinden koşar biz de öyleydik... Altı yaşındaydık. Komşunun oğlu bizi ilk idmanımıza götürdü, sonra gelip anneme mukavele imzalattı.
Halil: Annem "Babanız futbol oynamanıza izin vermezdi," derdi. Biz hiç futbolcu olacağız gözüyle bakmadık. Annem için en önemli şey okumamızdı, hep bizi korkutuyordu dersleriniz iyi olmazsa futbol yok diye.

- İdmanlara gitmeye başladıktan sonra sizi kim keşfetti?
Hamit: 10 yaşındayız o zaman. Kapıya bir antrenör geldi, "Sizi izledik bizim takımda oynayın," dedi. İlk bonservisimizi o Alman'dan aldık. Bonservis olarak Bayern Münih forması aldım.

- Hayat tesadüflerle dolu. Daha sonra Bayern Münih'te oynayacaksınız...
Hamit: Dört yıl orada oynadık, forma yırtılınca takımdan ayrıldık (gülüyorlar). 17 yaşındaydık Avrupa'daki Türkleri seçiyorlardı. Orada seçildik, A gençlerde oynadık. O zamana kadar hedefimiz profesyonel olmak değildi çünkü biz okuyorduk.

'KURU EKMEKLE GEÇİNİRİZ'
- Profesyonellik demek para demek, hangi noktada bu işten para kazanabileceğinize karar verdiniz?
Halil: Hâlâ o noktada değiliz. Bizim hayatımızda para sadece bir araç, büyük bir anlamı yok.
Hamit: Bugün futbol oynayamasak tabii ki üzülürüz ama sadece futbol değil bizim hayat felsefemiz. Başka işler yapabiliriz.

- Bir fabrikada çalışır mısınız?
Halil: Tabii ki her işi yapamayız, böyle bir şey söylersek yalan olur ama lafın gelişi bir kuru ekmekle de geçiniriz. O gözle bakıyoruz biz hayata.

- Elinize ilk defa doğru dürüst para geçtiğinde ne aldınız?
Halil: Lig başlamadan önce ev aldık çok şükür. Hep beraber annemle orada yaşıyoruz.

HAMİT'İN ÇAMAŞIR DERDİ
- Babanızın yokluğunu hissettiniz mi büyürken?
Hamit: Halil'le konuşuruz bazen, insan tanımadığı bir şeyin yokluğunu hissedemiyor. Küçüktük futbol oynuyorduk. Annem hiç gelmezdi bizi izlemeye. Şu ana kadar sadece bir kere geldi. Çocukların anne babası saha kenarında onları izlerken bizi izleyen kimse yoktu.
Halil: 20 sene bir odayı paylaştık. Evi alınca bir oda fazla vardı, artık ayırdık odaları.

- Şimdi ayrılacaksınız ama. Hamit, Bayern Münih'e transfer oldu...
Halil: Schalke'ye gelmeden önce ben Bayern Münih'e transfer olabilirdim, teklif vardı.
Hamit: Ben Halil'e "Git, ben de geleceğim," dedim, beni dinlemedi. "Ben eve gelmek istiyorum," diye tutturdu.

- Bana öyle geliyor ki Halil de Bayern Münih yolcusu, çok ayrı kalmazsınız siz...
Hamit: Şimdi düşünüyorum, gidiyorum Bayern Münih'e çamaşır, bulaşık ne olacak diye...

- Ne yani Halil mi yıkıyordu çamaşırları...
Hamit: Yok annem burada kalacak ya...

- Futbolda ırkçılık söylemleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hamit: Futbol oyundur. Onu kazanmak için insan her şeyi dener. İnsan futbol oynarken yürekle oynadığı zaman biraz duygusal oluyor, hırslı oluyor bazı kelimeler insanın ağzından çıkıyor. Bence o kelimeler karşındaki insanın kişiliğine değildir bence. Bize de "Pis Türk," diyorlar. Ben böyle şeylere alınmam, normaldir bazı kelimeler. Çünkü iki taraf da kazanmak istiyor.

- "Pis Türk," denmesi bile bence o bakış açısıyla ırkçı bir yaklaşım.
Hamit: Tekme atılmasından, maç çıkışı kavga edilmesinden daha normal bu kelimeler. Irkçılık nedir anlamıyorum. Bence abartılıyor.

- Türkiye hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hamit: A gençlere ilk gittiğimizde Halil "Ben bir daha gelmem buraya. Gitmek istiyorum, bu ne?" dedi. Türkçemiz şu anda da iyi değil ama o zaman neredeyse hiç yoktu. Bize "Komançiler geldi," diyorlardı. Kaba konuşuyorduk, Tuncay falan biz konuşunca gülmeye başlıyordu. İdmandayız hoca '"Depar at," diyor, ben kalıyorum. Hoca bana kızıyor, ben de "Hocam kusura bakmayın ama depar ne demek?" diye soruyordum. Ne dediklerini anlamıyorduk. Soyunma odasına geldiğimizde Almanca konuşmaya başlıyorduk, "Çok şükür yalnızız," diyorduk.
Halil: Zamanı geldiğinde Türkiye'de futbol oynamak istiyorum. İstanbul'daki derbiler, atmosfer inanılmaz. Onu tatmak istiyorum.

- Almanya'da futbolla ilgilenen kişiler bizdekilerden farklı. Bizdekiler star gibi yaşamaya alışmışlar. Siz öyle değilsiniz...
Hamit: Türkiye'de bazı futbolcularda 'Haber olayım, beni haber yapsınlar' diye bir duygu var. Günlerini böyle geçiriyorlar. Futbolcu olmazsa bu kişi yokmuş gibi. Çünkü o kadar baskı var ki çevrelerinden... Ben öyle bir takımın bayrağını tutup öpüp öyle pozlar vermek istemiyorum.

Nur Yerlitaş: 'Bülent yırtmaç isteyince


'20 yaşında olsam Shakira olurdum'

Ona sor sor bitmez, onu anlatmaya sayfalar yetmez! Banlieue'deki randevumuzda tam iki saat bekledik ama değdi! Bu kadar şahsına münhasır bir kadın daha yok! Yavaş konuşması, aniden attığı kahkahaları, annesine çekmiş dudakları, kocaman gözleriyle bir kere tanıdınız mı, asla unutamayacağınız insanlardan biri Nur Yerlitaş! Özünde sanat dünyasının kara kutusu, ünlü bir modacı. Şimdilerde 'umut vaat eden' jüri üyesi! Dostlarına, güzelliğe ve yemeğe çok düşkün. Mutfağında iki buzdolabı var. Birinde meyveler, içecekler, diğerinde pasta tipi yiyecekler bulunuyor. Çok dağınık. Asla plan yapamıyor. Evinde iki yardımcısı var ama dediğine göre iki az geliyor. Banyoda hamam usulü yıkanıyor. Her sabah yardımcıları tarafından taslarla, keselerle yıkanıyor. Bir yandan da Binlerce Dansöz Var'ı söylüyor. Güne mide ilacını ve suyunu içerek başlıyor. Hemen arkadan hafif bir kahvaltı ve kahve-sigara keyfini yapıyor. Yemek için gecenin birinde yollara düşebileceğini söylüyor. İyi yemek söz konusu olunca hiç üşenmiyor. Kaşar peyniri ayrı, beyaz peyniri ayrı, pastırmayı ayrı şarküteriden alıyor. Derin Mermerci'ye de Bülent Ersoy'a da elbise dikiyor! Lafı uzatmadan, röportajımız başlıyor...

- Yarışma jürisi olduğunuzdan beri herkes hakkınızda bir yorum yapıyor. Peki siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
- Süper arızalıyım! Sürekli arızalanan bir kadınım. Ama jeneratörü var. Arızalanınca, jeneratör devreye giriyor.

- Giyiminiz, konuşmanız, bakışlarınız çok farklı. Bunları dikkat çekmek için mi yapıyorsunuz, yoksa yüzde 100 gerçek misiniz?
- Kesinlikle yüzde 100 gerçeğim. Size beş yaş, 15 yaş, 25 yaş fotoğraflarımı göstereyim, yine böyleyim. Ben trendy, çok iddialı ve çok şık bir kadınım.

- Kendinizi biraz abartılı bulmuyor musunuz?
- Ben çocukluğumdan beri giyinmeyi çok seviyorum. Babam ayakkabı hastasıydı. Annem de çok güzel giyinen bir kadındı.

- Yani siz annesinin makyaj malzemeleriyle yüzünü boyayan, kıyafetlerini giyen kız çocuklarından mıydınız?
- Tabii tabii! Hatta kuzenlerimle her çarşamba, artistleri görmek için gazinoya giderdik.

- Siz de birçok artistten daha artist gözüküyorsunuz, bu o zamanlardan kalma bir heves mi?
- Ay bebeğim, benim yedi yaşımda saçımı Mehmet Bahçecik tarardı. Taksim'deki yerine sırf artistleri görmek için giderdim.

'AİLEM GEBERTİRDİ BENİ'
- Hangi artistler gelirdi Bahçecik'e?
- Sevim Tuna, Bahar Erdeniz, Nükhet Duru'yu görürdüm.

- Kimin, neresi sizde hayranlık uyandırırdı?
- Nükhet Duru'nun simsiyah saçlarına ve şehla gözlerine; Sevim Tuna'nın sarı saçlarına ve takılarına bayılırdım.

- Peki bu artistleri takip eden küçük kızın hayali neydi o zamanlar?
- Ben o kadınları değil, sahnedeki kadınları beğeniyordum.

- Nükhet Duru sizin için; "Eğer Nur Yerlitaş sahneye çıksaydı hepimizin tozunu attırırdı," dedi. Sesiniz de çok güzelmiş, neden sahneyi denemediniz?
- Ah! Ah! Allah! Top, tüfek, tabanca! Ailem gebertirdi beni.

- İçinizde ukde kaldı mı?
- Ay kalmaz olur mu? Bazen Yeliz, bazen Nilüfer, bazen de Esengül olurdum. Özellikle Esengül'ü çok beğenirdim. Bayılırdım ona! Aynanın karşısında onun şarkılarını söylerdim.

- Kısmet modacılıktaymış. Annenizin elbiseleri, artistlere özenmeniz derken, nasıl bugünkü Nur Yerlitaş'a geldiniz?
- Çok yerde çalıştım. Valiz ticareti yaptım. Eskiden butikçiliğin adı valiz ticaretiydi. Yurtdışından getirdiğin eşyalar ev ya da butiklerde satılıyordu.

- Peki bavul ticareti nereden çıktı?
- Çünkü Türkiye'de böyle giysiler yoktu. Ben de Paris'ten, İtalya'dan alıp sanatçılara, sosyetiklere satıyordum. Potansiyelim yüksekti ama Özal döneminde bu işlerin tadı kaçtı.

'KREDİLERİMİ TÜKETMEM'
- Ve hazır giyime geçtiniz.
- Evet, yakınlarım çok teşvik etti. Ben hep kandırılacağımdan korkuyordum. Çünkü hesap, kitap da bilmem. Beni kız kardeşim yönetir. Çok savruğumdur. Bir sabah uyandım, atölye tuttum, makineler aldım ve başladım!

- Şimdi size "Kraliçe," diyorlar, siz kendinizi moda dünyasında nerede görüyorsunuz?
- Ben bu merdivenleri çıkarken çok hırpalandım. Beni moda dünyasının kraliçesi yaptılar! Çevremdekiler bana "Kraliçe," dediler. Bu nasıl oluyor bilmiyorum. İbrahim Tatlıses'e de "İmparator," diyorlar.

- Siz sanat dünyasının kara kutusu gibisiniz, kaza sonrasında kara kutu açılırsa içinden ne çıkacak?
- Nur Yerlitaş sanat dünyasının kara kutusu ama o kara kutu hiçbir zaman bulunamayacak. Benimle birlikte denizin dibine gidecek!

- Siz hep duruma hâkim, hükümet gibi kadınlardan mısınız?
- Ben kredilerimi tüketmeyen bir kadınım! Bir dostumun işi düşmüşse koşarım. Ama asla kredilerimi kendim için kullanmam!

- Şu anda elinizde sihirli değnek olsa ne yapardınız?
- 20 yaşıma döner asla bu işi yapmazdım. Şarkıcı olurdum. Shakira gibi oryantal-pop söylerdim

'Hülya Avşar vaka, Ajda ise muhteşem'
Nükhet Duru: Elbiselerimi tanınmayacak hale getiriyor. Elbiseyi beş parçaya bölüyor, altı elbise çıkartıyor ondan. "Benim elbiselerim müzede saklanacak elbise," diye kızıyorum. Sonra bana 10 tane kokulu sabun getirip, kandırıyor.
Petek Dinçöz: En güzel vücutlu kadın, Barbie bebek gibi. Ama onda hep bir eksik oluyor. Ya saçı kötü, ya makyajı yanlış oluyor.
Hülya Avşar: O bir vaka! Hiçbir şey umurunda değil... Güzel gözlü, güzel burunlu bir kadın ama sivri zekâsı olmasaydı, onu ele alıp baştan yaratmak isterdim.
Deniz Seki: A grubunda bile değil ki, yorum yapmam!
Deniz Akkaya: Orasını burasını çok şişirtti. Severim onu. Bir bakıyorum Barbie bebek gibi, bir bakıyorum başka!
Ajda Pekkan: Muhteşem kadın!
Nilüfer: CD'de dinlemeyi tercih ediyorum. Kendisiyle sahnede iletişim kuramıyorum.
Candan Erçetin: Onunla da iletişim kuramıyorum.
Ebru Gündeş: Kıyafetlerimi güzel taşır. Bacakları çarpık, mini yakışmaz!
İbrahim Tatlıses: O benim bir tanem, o benim dağ kuzum, o benim canom. Onun sevdiğini seviyorum, onun sevmediğini sevmiyorum.


- Armağan Çağlayan, Sema Çelebi, Oray Eğin... Şimdi de siz onların devamı mısınız?
- Hayır değilim. Ben kendiyle dalga geçen bir çılgınım!

- Herkesin jüriye girmek için bir nedeni var, sizinki ne?
- Hayatım çok monoton! Birazcık heyecan istedim. Böyle bir enerjiye ihtiyacım vardı.

- Enerjiyi fazlasıyla buldunuz, yarışmanın da önüne geçmiş durumdasınız.
- Bu beni çok rahatsız ediyor. Benim amacım orada gülmek eğlenmekti. Çünkü geçen yaz Deniz Akkaya'nın programına konuk jüri üyesi gitmiştim. Orada çok eğlenmiştim, bunu da böyle zannettim. Çok zor kabul ettim.

- Niçin "Bu jürinin yıldızı benim," dediniz?
- Çünkü yıldızım. Kendimi izlerken kendimden nefret ediyorum. Dünyada bu kadar komik bir konuşma, bakış var mı diye gülüyorum.

Sizin için "Umut vaat eden jüri üyesi," diyorlar, bize jüri üyeliğinde ne vaat ediyorsunuz?
- Ay bu kadar eylem yeter artık. Sıkıldım! Bir gün mutlaka bir şeyler beni rahatsız edecek, ben çekip gideceğim ve o tazminatı ödeyeceğim.

- Tazminat ne kadar?
- Ayyyy, ödeyemem ben o kadar parayı. Perşembe geceleri çok heyecanlanıyorum, "70 milyon beni izleyecek, Allah'ım sen bana yardım et, beni arızaya sokma," diye okuyorum, üflüyorum.

- Aman siz de Erol Büyükburç gibi bardak kırmayın sakın!
- Bence Erol Büyükburç o bardağı 30 yıl önce kıracaktı! Bugün neye yarar!

- Bülent Ersoy'a çok ilginç kostümler dikiyorsunuz. Mesela ona kara gelinlik giydirmek hangi hayal gücünün eseri?
- Güzelim, Bülent Ersoy'a beyaz gelinlik giydirecek halimiz yoktu ya! O siyah bir elbiseydi, kendisi istedi duvak takmayı. Seviyor öyle şeyleri.

- Bülent Ersoy ve siz atölyede nasıl bir ikilisiniz?
- Her provada bir cinayet öncesi var. Ya o atölyeyi terk ediyor, ya ben terk ediyorum.

- Her hafta var mı bu kavga?
- Son üç haftadır ben dikmiyorum. Her zaman baş köşede yeri vardır. Bülent Ersoy'u ben çok severim, çok iyi kalplidir, yeter ki onu kızdırmayın.

- Bülent Ersoy'a kostüm tasarlamadan önce aklınızdan neler geçer? Nasıl giydirmek istersiniz onu?
- Yırtmaç dediği zaman kan beynime çıkıyor. İnan bana tansiyonum düşüyor. Ben onda göğüs dekoltesini seviyorum. Çok yakışıyor, harika bir gerdanı var. Bir de boynuna bir şeyler takınca sinirleniyorum. Ama Bülent Ersoy gibi elbise taşıyan yok!


- Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal'la gezdiğinizi biliyoruz. Bu üçlüyü çok merak ediyorum. Yanınıza gelsek, ne göreceğiz?
- Yıldırım Mayruk'un devamlı "Nur sus! Barbaros sus!" dediğini görürsünüz. Ben Yıldırım Mayruk'un avuçlarının içini öperim. O benim canımdır.

- Son dönemde defilesi olan Dilek Hanif'i nasıl buluyorsunuz?
- Başarılı buluyorum. Üstelik o bana kazık atmış bir kadın. Yanımda çalışan kalfayı temmuz ayında kandırıp yanına aldı! Bunu yaz sezonda yapmamalı, ölü sezonunda yapmalıydı. Ve bir sene sonra öbür kalfamı çaldı.

- Sizin kalfalar da pek vefalıymış.
- Ama etik olarak hiç hoş değildi. Dilek Hanım'ın en azından arayıp, haber vermesi gerekirdi. Geçen gün defilesi için arayıp tebrik ettim. "Sizin ağzınızdan bunu duymak benim için şeref," dedi. Benim intikam şeklim de bu diyebiliriz.

- Cengiz Abazoğlu?
- Şeker çocuk, terbiyeli oğlan!

- Emel Acar?
- Kocasının parasıyla butik açtı kızcağız, başarılı olamadı. Şimdi de bu işi seçti, inşallah başarılı olur!

- Hakan Yıldırım?
- Farklı bir tarz, daha uçuk! - Peki favoriniz kim? - Türkiye'de yok, dünyada da Gaultier. - Siz nereden giyiniyorsunuz? - Bu şişkolukla mı!

- O zaman şöyle sorayım; paranızı giyimde neye harcıyorsunuz?
- Mücevher çok seviyorum. Ayakkabı ve çanta da var. Yurtdışından timsah çanta yaptırıyorum.

- 90-60-90 olmak ister miydiniz?
- Kim istemez! Ben içimdeki 90- 60-90 kadını giydiriyorum.

- Peki olsaydınız, ne giyerdiniz?
- Hep minilerle ya da Chanel boy etekle gezerdim.

- Hayalinizdeki kıyafet nedir?
- Her zaman bir Chanel kadını!

- Bunun tam tersisiniz ama...
- Aslında içimde hep Chanel kadını var.

Cuma, Nisan 13

Gamze Özçelik: Erken büyümek


Uzun süren sessizliğini Elele'ye bozdu Gamze Özçelik. Son zamanlarda hep RayBan gözlüklerinin arkasına gizlediği gözlerini de ilk kez gösterdi. Doğrusu onu tanıdığımızda ne kadar enerjik, cıvıl cıvıldıysa bu karşılaşmamızda bir o kadar durgun ve buruktu... Gözleri kırık ve buğulu. Ne onun için, ne de bizim için kolay oldu bu buluşma. Hiç sözlere dökemediğimiz cümleler boğazımıza takıldı, nefes alamadık kimi zaman. İtiraf etmeliyim ki, bugüne kadar en zorlanarak gerçekleştirdiğim röportaj oldu bu. Bazen kelimeler tükendi, gözlerimiz dolu dolu bakakaldık birbirimize. Gözleriyle anlattı hissettiklerini...
Aynı zamanda, bu röportaj Gamze için ''kolay kolay hiçbir şeyin değişmeyeceğinin, herşeyin aynen devam edeceğinin'' habercisi olma özelliğini taşıyor. ''Yaşadıklarımdan dolayı erken büyümek zorunda kaldım'' diyen genç kadın olabildiğince kendiyle barışık durmaya çalışıyor ve hayatındaki bu dramatik dönemi yaratanlara ''Paye verecek değilim'' diye cevap veriyor. Yaptığı işler hep ilgi gören ve o istemese de sevgilileriyle de magazin gündemine gelen Gamze'nin son günlerdeki en büyük mutluluk kaynağı ise sözlüsü Mehmet Mutlu. Çekim aralarında kendisini sürekli arayıp, yemeğini yiyip yemediğini bile soran sevgilisi için ''O benim hayatımdaki en doğru insan'' diyor.

Berrak Tüzünataç ''Güzellik kısa


Berrak Tüzünataç ''Güzellik kısa süreli sermaye''

Berrak Tüzünataç'ı Elele keşfetti, Türkiye'ye teslim etti... Ve son bir yılda hayatında neler oldu neler. İki filmde, bir dizide rol aldı. Sevgilisinden dayak yediği, ayrıldığı, Cem Yılmaz'la sevgili olduğu sonra yine eski sevgilisiyle barıştığı söylendi. O ise hep "daha fazlasıyım"dercesine cool ve aklı başında bir portre çizdi.Artık oyunculukta ilerlemek isteyen aykırı güzel Tüzünataç'ın "anti popüler kadın" halinin röportajıdır bu.

1. Evet, üç buçuk yıllık sevgilisi Volkan Büyükhanlı'yla ayrılmışlar.
2. Hayır, dayak falan yememiş; ama habere üzüntüden 3 günde 3 kilo vermiş (isteyenlere röntgen çektirmeye hazır!)
3. Evet, Cem Yılmaz'ı tanıyor ve arkadaşlar
4. Hayır, Cem Yılmaz'ın sevgilisi değil ve birlikte yurt dışına gitmemişler (isteyenlere pasaportunu göstermeye hazır!)

Başka sorusu olan? Şimdi gelelim Berrak Tüzünataç portresine... Berrak Tüzünataç deyince cici bici, hanım hanımcık, vur ağzına al lokmasını bir kız bulacağınızı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz! İlk bakışta güzelliğiyle büyüleyen, ama ne konuştukları ne de konuşma tarzı bildik sınıflandırmalarla kategorize edilmeyecek kadar kendine özgü. Ayrıca tam bir akrep burcu kadını olduğunu söylüyor. Bakınız ekşi sözlük: Kıskanç, kinci. Sevdiği insanlar için her şeyi yapabilir. Dost olduğunda gerçekten dost olur. Öylesine olan hiçbir şeyden hoşlanmaz. Genelde başkaları konuşurken, aklında hep başka şeyler olduğundan, söz kesme huyu vardır. Komik; güldürmeyi sever. Kendi içinde fırtınalar kopar. Hafızası çok güçlüdür ve "şimdi"yi genelde yaşayamaz. Hep eskilerde bir yerlerde takılıp kalır. Konuşmayı çok sever, ama sadece sevdiği insanlarla...
Neyse, birkaç saat sohbetle karakter tahlili yapacak kadar sığ değilim, sadece izlenimlerimi yazıyorum... Ben Berrak Tüzünataç'ı sevdim. Çünkü samimiydi. Ancak cool olmaktan taviz vermeyecek diye gerçekten hissettiklerini insanlara yansıtamadığından şikayet ediyor. Ama onu böyle kabul etmemiz gerektiğini de ekliyor. Yani bundan sonra hoşlanacağı biri olursa epey zeki olup onu anlaması gerekecek! Bir gün tek başıma yaşarsam Bebek'te yaşarım, dermiş. Şimdi yaşıyor. Bebek'te, yeni taşındığı evinin boya telaşı içindeydi buluştuğumuzda. Röportaj öncesinde duvar için renk seçtik. Boyacılar eşliğinde bir röportaj yaptık...

Fatih Aksoy: Bir efsane sona mı erdi?


Bir efsane sona mı erdi?

Yapımcı Fatih Aksoy, yaşadığı medyatik ilişkiler sonucu kimi gerçek kimi asılsız haberlerle son yılların en Kazanova erkeği haline dönüştü. İyi ama neydi onu bu kadar çekici kılan? Biz tam bu sorunun peşine düşmüşken, eski sevgilisi Ayşenur Pirgaip ile evleniverdi. Ama sorumuz değişmedi. Hem Fatih Aksoy’a, hem de en yakınlarına sorduk: “Bir erkeği bu kadar cazip kılan nedir?”

1987 yılında, Tunca Yönder'in ''Bir Tren Yolculuğu'' filminde yönetmen yardımcısı olarak sektöre adım attı Fatih Aksoy. Yani yaklaşık 20 yıl önce... Görsel bir dünyanın içinde olmasına rağmen, neredeyse tek kare fotoğrafı olmayan bir adamdı. Ta ki geçen yıl, Aysun Kayacı'yla yaşadığı aşk duyulana kadar! Adının başına önce Kayacı'nın sevgilisi, sonra yapımcı, daha sonra da çapkın tamlamaları getirildi. Şimdi hafızalarda ''Çapkın yapımcı Fatih Aksoy'' olarak kazılı.

Aksoy bu tanımdan rahatsız olduğunu defalarca dile getiriyordu ki, sonunda kendini bu dünyadan ya da bu sıfatlardan kurtaracak bir adım attı ve eski sevgilisi Ayşenur Pirgaip ile nikah masasına oturdu. Bu işe belki de en çok medya mensupları üzüldü. Ne de olsa O, yeni ''star'' lardan biriydi ve ''Acaba bugün kiminle?'' sorusunun yanıtını arıyorduk her gün gazetelerde.


Kayacı'yla yaşadığı aşk bitse de, gazetelerde her gün ayrı bir güzelle adı yazıldı Aksoy'un; Meltem Ören, Didem Erol, Helin Avşar, Berrak Tüzünataç ve daha niceleri... Hepimizi bir düşünce aldı tabii; Acaba 45 yaşındaki bu adam durmuş durmuş, sonra birden 'tüm kadınlarla beraber olmalıyım' diye mi düşünmeye başlamıştı? İçindeki Kazanova ruhunu mu keşfetmişti yoksa eskiden beri Kazanova'nın ta kendisiydi de, biz mi bilmiyorduk? Peki, adı geçen kadınlara ne demeli? Hepsi birbirinden güzel, birbirinden alımlı, ünlü kadınlar... Onlar ne buluyordu bu adamda ki paylaşamıyorlardı? 18 Mayıs tarihli Takvim gazetesi Aksoy'un katıldığı bir davette beraber olduğu 5 ayrı kadınla pişti olduğunu ama Aksoy'un hiçbirine pas vermeyip başka güzellerle ilgilendiğini yazıyordu. Ortağı olduğu MED Yapım ise, birbirinden güzel kadınların çalıştığı yer olarak ün yapmıştı. Zaten evlendiği Ayşenur Pirgaip de bir MED Yapım çalışanı! İş yerinde güzel kadın görmekten keyif aldığını anlatıyordu uzun uzun Aksoy. Beraber çalıştığı bu güzel kadınlarla gönül ilişkisine girmekten çekinmediği söylendiğinde ise, iş yerinde seks heyecan vericidir, diyordu A. Arman'a verdiği bir röportajında.

Nehir Erdoğan :''Hıncal Uluç'un


Nehir Erdoğan :''Hıncal Uluç'un keşfettiği biri değilim''

Yabancı Damat dizisinin Nazlı’sı Nehir Erdoğan, “her şeyle çok barışığım, mutluyum” diyor artık. Ama ünlü olma yolunda geçmişte ödediği bedelleri de unutmuyor. Erdoğan, bugüne kadar şöhretten dolayı yaşadığı duygusal dalgalanmaları ve hayatının dönüm noktalarında etkili olan isimleri itiraf etti bu röportajda.

Bir İkizler burcu insanı olarak herkesi sevme, anlama durumumuz olsa da yapacağımızı en yakınımızdaki canımız dediğimiz sevgilimize, eşimize yaparız, ne yalan söyleyeyim... Nehir de bunu kabul ediyor gülerek. Bir başka temel özelliği olarak da sabah 8'de kalkıp ''Aa, güneş doğmuş ne güzel, kuşlar da ötüyor; duşumu alıp kahvaltımı edeyim, sporumu yapayım, maniküre gideyim'' diyen insan türünden olmamasını sayıyor. Gayet uykucu; fırsatını bulunca rüyalara dalmayı seviyor. Ancak rüyalarında bile magazin haberlerini görüyor! O yüzden Deniz Akkaya'nın feryadını çok iyi anladığını söylüyor: ''Biraz dedikodu yapalım... Sektörümüzde de böyle bir şey var. Biri kötü duruma düştü mü içten içe herkes seviniyor. Aynı şey Gamze Özçelik ve Sanem Çelik olayında da oldu'' diyor... Ama asla kendi özel hayatından ve yaşadıklarından bahsetmiyor. Böyle bir soru sorduğumda danışmanıyla birlikte ayaklanıp gitmeye hazırlanıyorlar! Şaşırıyorum. Ama yine de Nehir'le sohbet dolu dolu geçiyor. İlle de aşk meşk mi konuşmak, kalbinin içine bu yoldan mı girmek lazım canım; onun anlatacak o kadar çok hikayesi ve öyle büyük bir kalbi var ki... Anlayan bu satırlardan da epey malzeme çıkarır!
Sizinle ilgili araştırma yaptığımda pek de basında yer almadığınızı fark ettim. Bilinçli bir tercih mi bu?Bu, uğraşlar sonucunda oldu. Hiç kolay olmadı. Çünkü birdenbire basının çok ilgisini çeken bir medya karakteri haline geldim. Bunun için hiçbir şey yapmamış olmama rağmen öyle buldum kendimi. Hani derler ya, sen de basının olduğu yere gitme. Ya basın senin olduğun yere geliyorsa? Ben zaten bunun çaresizliğini ve acısını çok somut olaylarla yaşamışım. O yüzden kimse öyle şeyler söylemesin, gerçekten kolay değil. Peki basına karşı bu ‘kalkan’ı nasıl oluşturdunuz?Birdenbire çok ilgiyle karşılaşınca panik yaşadım. Tabii ki yaptığımız işin basınla içiçe yapılması gerektiğini biliyorum, ama yalnızca ‘iş’te! İşimle ilgili her zaman ortak çalışmalarım olacaktır basınla, ama onun dışında kapımın önünde kamera gördüğümde ya da Taksim’in Tünel’indeki bir kafede, ki iki buçuk sene öncesinden bahsediyorum, beş tane kamera gördüğümde kendimi çok çaresiz hissediyorum. Çünkü benim hiç muhabir arkadaşım yok. Hiç kanal yöneticisi tanımıyorum. Sistemin ne olduğunu da bilmiyorum. O yüzden şunu ayırt ettirmek kolay olmadı. Fiziksel olarak yeni genç oyuncular çıkıyordu ve ben konservatuar mezunu olmadığım için ne olduğumu çözemediler. Manken mi sunucu mu oyuncu mu? Onu anlatana kadar iki sene evden çıkmayıp, bir köşede 2000 parçalık diğer köşede 1500 parçalık puzzle’lar ve DVD yığınları arasında yaşadım. Bir nevi hapis hayatı yani...Yapmam gerekiyordu. Çünkü anlatmaya çalışmak da aslında o sistemin parçası haline gelmek oluyordu. En kolay şey, teması kesmek olacaktı. Bu, size bir büyüğünüzün verdiği akıl mıydı, içgüdüsel olarak mı gelişti? İçgüdüsel olarak gelişti. Birden bana mikrofon uzatıldığında katatonik oluyordum. “Şunla birlikteymişsiniz...” dedikleri anda donup kalıyordum. Çünkü işe, Allahım şöhret olayım Yarabbim, diye başlamamışım!Bir röportajınızda ‘şöhretten korkuyorum’ diyorsunuz, neden? Evet, anlatmak istediğim buydu işte. Çünkü sen herkese iyi yaklaşıyorsun. Annem ve arkadaşlarım benimle çok dalga geçerlerdi. Daha ailenin yanından yeni ayrılmışsın, zannediyorsun ki “masa kardeş, ağaç kardeş, çiçek kardeş, hepimiz kardeş”! Bir de fazla empatik olma hali gelişti bende: O da haklı, bu da haklı, dur şimdi ayıp olmasın, diye! Ayrıca ikizler burcu olarak kendini herkesin yerine koyabilirsin ve bu arada kendini kaybedersin durumu da var. İçimde bin tane başka insan var! O yüzden korkarak ve kendiliğinden öyle bir süreç gelişti. İlk önce, üst üste iki yaz, cep telefonumu dahi almadan Amerika’ya kaçtım. Belki de abarttım biraz, ama öyle gelişti benim dünyamda. Sabah kapı çaldığında, ‘anne, açma, gazeteciler geldi’ diyordum refleks olarak. Kabus görerek kalkıyordum o dönem. Sunuculukla başladınız zaten kariyerinize. Her iki tarafı da biliyorsunuz aslında...Evet. Filmimin çıktığı gün gala yapılacak mekanda NTV programımı hazırlamaya, insanlarla röportaj yapmaya çalışıyordum. Akşamında gala için aynı mekana gittiğimde bu kez bana sorular soruluyordu. Her iki tarafta da olmuşum. Amerika’da ne yaptınız?Yaşamak ve keşif. Müzikalleri izledim, Eric Morris’in derslerine katıldım.Şimdi sizi kanapeye alıyorum, uzanın ve çocukluğunuzu anlatın diyorum...Çok güzel, doya doya bir çocukluk geçirdim. Ooo, o kadar çok hikayem var ki... Sabahtan akşama kadar sokaktaydım. Annem fenalıklar geçirirdi. Ama ona teşekkür ediyorum ki sayesinde ağabeyimle çok özgür, özgüvenli bir çocukluk geçirdik. İki yaşındayken beşinci kattan düştüm, üçüncü kattaki demir kazığa kazağım takıldığı için kurtulmuşum; dört yaşındayken giden arabadan düştüm bacağımın üstünden araba geçti. “Baba, beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” diye koşmuşum peşlerinden! Anlattığım zaman inanılmaz gözlerle bakılan hikayelerim var. Yaramaz bir çocukmuşsunuz galiba!Şöyle denemelerim olurdu. Apartmanın demir kapısının menteşeli kısmına serçe parmağımı koyup ‘Şimdi bu kapı kendi kendine kapanacak, kapanırken de elimi çekicem. Ama bakmıycam’ yapardım. Sıkışırdı tabii! Hala parmağım yamuktur! İzmir’den İstanbul’a geliş ve şov dünyasına geçiş nasıl oldu? İstanbul’a, Marmara İşletme’yi kazandığım zaman geldim. O aslında planlanmış bir şeydi. Babam konservatuara girmeme izin vermiyordu. Ben de bari onun istediği bölüme gireyim, ama İstanbul’a geleyim istedim. 17 tercihin 17’sini de İstanbul yaptım, ama babama “Aa, ben 1 tanesini yapmıştım, tutmuş” dedim! Çok zor bir yaz geçirdim, çünkü bütün aile birbirine girdi İstanbul’a gideceğim diye. İstanbul korkunç bir şehirdi babama göre. En sonunda, baba tarafım Malatyalıdır ve yaş kaynaklı hiyerarşi hakimdir, en büyük amcamın sözü geçer. O da Nehir gidiyor, deyince babamla İstanbul yolunu tuttuk.Niye babanızla? Yurt tutuldu, yerleştirildim. İlk senem Avcılar’daki sıkı denetim altındaki bir yurtta geçti. Eve çıkmam kesinlikle yasak, yurdun müdiresine halamın adresi verildi, sadece buraya gidebilir diye. Dışarı çıktığım zamanlar İzmir’e haber veriliyordu. Üniversite sınavlarına hazırlanırken karşımda duran İstanbul fotoğrafı ve hayallerim geldiğim anda söndü! Bir taraftan da çok fena İzmir ve aile özlemi çektim.Prenses gibi aileyle yaşarken böyle bir değişim zor olsa gerek... Prenses gibi olmasa da ailenin küçük kızısın, ilk defa ayrı kalıyorsun, ama bir süre sonra madem buradayım, ortama uyum sağlayayım dedim. Hep öyle bir ruhum vardır. Etrafı incelemeye başladım. Mesela bir pazar günü yurttayken, ayağımda terlikler, üstümde eşofman çıkıp mahalle kuaförüne gittim. Saçıma fön çektirmek istediğimde, tüpte çaydanlıkta su ısıtıp kafamı küvete eğmem gerekiyordu. O manzarayı görünce yaptırmak istemesem de dönmem mümkün değildi. Çok ayıp olurdu. Bundan öğrenecek bir şey var deyip yaptırıyordum. Oranın pazarına gidiyordum. Ama ‘nasıl hayatlar da var’ bakışı atmıyordum. Uyum sağlıyordum. Üniversitede ilk yıl böyle mi geçti? Evet. Üniversiteden çok arkadaşım olmadı, çok kaynaşamadım onlarla. Daha çok İstanbul’a benden önce ya da benimle aynı anda gelmiş, birlikte tiyatro yaptığım arkadaşlarım vardı. Bunlardan biri, Evrim Akın’dır. Çok yakın arkadaşımdır. Onlar konservatuardaydılar ve birlikte vakit geçiriyorduk. Bu arada konservatuar isteği ne oldu? İlk başlarda çok vardı böyle bir isteğim, okulu bırakıp konservatuara gideceğim diyordum. Ama zamanla bir savunma mekanizması geliştirdim ve uzaklaşmaya başladım. İyi ki girmemişim, demeye başladım. Kendim yapamadığım için aşağılamaya başladım, çok klasik ve aptalca bir insan tepkisidir. Ta ki 27 Mart’ın Dünya Tiyatrolar Günü olduğunu unuttuğum bir güne kadar! Hemen kendimle yüzleştim, ne yapıyorum, yapmak istediklerimden ne kadar uzaklaştım? Bir yolunu bulmam lazımdı, ama babamı da üzmek istemiyordum. Aynı dönemlere babamın hastalık haberi denk geldi. Onun için okula asıldım, en azından 4 yılda bitirip kendi istediğime yöneleyim diye. Bu sırada TRT’deki TelePazar programı denk geldi. Zorla izin aldım babamdan.Peki bu TRT nasıl ‘denk geldi’? O kısmı anlayamadım...Yine Evrim Akın sayesinde. TRT’nin yenilenme dönemiydi. Evrim de Nisan Yağmuru diye bir dizide oynuyordu. Bana hep işler söylüyordu, ama gitmiyordum. TRT’den böyle bir teklif gelince istedim. Böylece hem babamı üzmedim hem kendi isteğimi gerçekleştirdim. Bu arada hiç ajanslara falan kaydolmadım. Böyle bir bilincim vardı. Gerekirse hiç para kazanmayayım, ama işi öğrenerek, usta-çırak ilişkisi yaşayarak devam etmek istedim. O dönemdeki ustanız kim oldu? TRT’de TelePazar’da çalıştığım büyüğünden küçüğüne herkesten çok şey öğrendim. 2 sene Ali Kocatepe’yle sunduk biz o programı. Montaj stüdyosuna kadar giriyordum. Kamera arkası, dış çekimler, röportajlar yaptım. 1 ay sonra kendi anonslarımı yazmaya başladım. TRT bağlantılı Hilmi adlı bir arkadaşım vasıtasıyla Koçum Benim dizisi başladı. İlk dizimdi, ama kendi dublajımı kendim yapacağımı söyledim. Şüpheyle baktılar tabii. Konservatuar öğrencisi değilim, oyunculuk deneyimim yok. Sektörel deyimlerin hiçbirini bilmiyordum, ne komiklikler geliyordu başıma anlatamam. Yönetmenimiz Serdar Akar’dı, bana çok yardımcı oldu. Aynı şekilde Tarık Abi (Akan) de öyle... Bir taraftan da otobüsle okuluma gidip geliyordum. Birinci yıldan sonra Akatlar’da özel bir yurt bulmuştuk. Orası çok daha rahattı. 4 yıl boyunca bütün bu işleri yaparken yurtta kalmaya devam ediyordum. Babamın ölümü ve okulun bitmesi aynı döneme denk geldi. Babamın ölümünü atlatmak için daha çok çalıştım. Bir ara dört işte birden çalışıyordum! Tele Pazar, Koçum Benim, Estağfurullah Yokuşu ve Tofaş TV’de haftalık olarak bayilerine haber sunuyordum. Ne yapayım, beyaz eşya taksidi ödüyordum, ilk evimi kurmuştum. Sonra filmler oldu. Bu aralar nasılsınız? Bu aralar her şeyle çok barışığım. Mesela bu yaz galiba kaçmayacağım Amerika’ya. Bir dönem Hıncal Uluç sizi çok övdü. Onun desteğini nasıl aldınız? TelePazar ekibinde herkesle birlikte Hıncal Uluç da her zaman çok güzel şeyler öğretti.Sizi refere etmesi kariyerinize belli bir ivme kattı sanırım...O beni hiç refere etmedi, aksine ben Koçum Benim dizisine başlayacağımı söylediğimde ‘kızım ne gerek var, okulun var, burada çalışıyorsun’ gibi şeyler söyledi. Yazılarında da benden hiç bahsetmezdi. Yapmayın, bahsetti canım!Daha sonradan söylemeye başladı. Gerçek katkı budur bence. Çünkü birdenbire ‘bizim de TelePazar’ımızda Nehir adında bir kız var’ gibi şeyler yazmadı. Aksine hep çok çalışmaya teşvik etti beni. Size verdiği ve hiç aklınızdan çıkmayan bir öğüt var mı bu piyasaya ait?Salı toplantılarımız çok önemliydi. Televizyonculuk adına çok şey öğrendim. Cümleye evet’le başlamayacaksın, hep beraber izliyoruz gibi klişelerden kaçınacaksın... İlk magazinsel dedikodum çıktığında çok panik olmuştum ve o da “Sakin ol, bu işler böyledir. Garip döner. Bugün böyle olur, ama yarın arayıp gel seni Şamdan’a kapak yapalım derler. Yeni bir şey ortaya çıktığında bunlara hiç cevap vermeyeceksin, hayır bile demeyeceksin” dedi. Benim en gurur duyduğum şey, bir gün bana şöyle bir şey söylemesiydi: “Bravo sana, hakikaten ne farklı bir kızsın. Ben NTV’de program yapıyorum, ama senin orada programa başladığını en son ben duyuyorum. Parayla ya da görüşmeyle ilgili benden hiçbir şey rica etmedin. Bir bakıyorum ki filminden dolayı Aktüel’e kapak olmuşsun. Aktüel benim gazetemin dergisi. Nasıl yetiştirmiş seni ailen ya? Hakikaten aferin!” sözleri bana söylediği en güzel şeylerden biridir. Çünkü o zaman babamın kemiklerini sızlatmadığımı hissetmiştim. Başarıyı kendin elde etmediğin zaman onun mutluluğunu ne kadar yaşarsın ki?Peki, şimdi de aynı şekilde görüşüyor musunuz? Çok sık görüşemiyoruz. O zaman aynı programda olduğumuz için daha yoğun görüşüyorduk. Tabii ki zaman zaman konuşuyoruz, telefonda sohbet ediyoruz. Ama ben Hıncal Uluç’un keşfettiği, şöyle olduğu böyle olduğu biri değilim... Her zaman bana öğrettikleri konusunda nasıl Ali Kocatepe ve o ekiptekilere müteşekkirsem, ona da aynı şekilde müteşekkirim. Hem zaman ne gösterecek diyorum hem iyi, zorlayan bir sahne geldiğinde çok hoşuma gidiyor. Şimdi bunun da daha iyisini yapmam gerek diyorum. Öyle büyük cümlelerim ve büyük hedeflerim yok, ama hep zevk alarak hep daha iyisini yaparak oyunculuğu sürdürmek istiyorum. Yabancı Damat, çok şahane bir dizi. Bu sezon bitecek mi?Seneye devam ediyor. Son karar bu. ‘Nazlı’ olmak ve profesyonel oyuncularla birlikte olmak size ne kattı?Nazlı olmaktan çok, böyle bir ekibin içinde olmak çok çok şey kattı... Hepsine teşekkür borçluyum. Her şeyi bambaşka görmeye, daha bilinçli düşünmeye başladım oyunculuk üzerine. Hepsinden bir şeyler öğreniyorum. Öğrenmeyi bırak, hepsi keyifle izleyeceğim isimler. Tiyatro izler gibi onları saatlerce izleyebilirsin. Ben setteyken bu kadar iyi vakit geçiriyorum, o yüzden anlayabiliyorum insanların bu kadar sevmesini. Yunanistan’da bir programa katıldık. Aynı dönemde Yunanistan’daki bir gazete, Yabancı Damat’ın ilk bölümlerinin DVD’sini hediye etmeye başlamıştı. Onu aldık. Türkiye’ye döndükten sonra ilk bölüm DVD’sini izledim ve farkında olmadan müthiş bir yolculuğa çıktığımı fark ettim. Nazlı’nın o zamanki haliyle şu anki çocuk doğurduktan, kocasıyla boşanma aşamasını geçirdikten sonraki hali arasında dağlar kadar fark var. O süreci görmek hoşuma gitti. Çünkü düşündüğümde kendimde geçen seneyle bu sene arasında bir fark yok. Demek ki bu karaktere yol aldırabilmişim.

Zeynep Tokuş: Evliliğimi üç gazeteci


Evliliğimi üç gazeteci bitiremez

Zeynep Tokuş evlilikti, çocuktu derken televizyon ve sinemaya 5 yıldır ara vermişti. Ne olduysa Buzda Dans'a katılmasıyla oldu... Tartışmalar ve dedikodularla şov dünyasında başka bir kadın olarak doğdu adeta. ''Bu yarışmayla sınırlarımı keşfettim, artık çok farklı işler yapacağım'' diyen 30 yaşındaki genç kadın, bakın son 4 aydır yaşadıklarını nasıl yorumluyor.

Geçtiğimiz günlerde en çok merak edilen, konuşulan kadın oldu Zeynep Tokuş. Hem Buzda Dans’taki başarısıyla hem de Amerikalı partneri Robert Beauchamp ile yakınlaştığı söylentileriyle… Eleştiriler bununla da sınırlı kalmamıştı tabii ki. Bayan mükemmel olmaya çalıştığı, dedikodular karşısında stratejik davrandığı, soğukkanlı görüntüsünün bile gerçek olmadığı iddialarıyla karşı karşıya kaldı.
Bir çocukluk hayalini gerçekleştirmek istemesiyle başlayan süreç, bir erkeğin karısının böyle bir yarışmaya katılmasına izin verip vermeyeceği tartışmalarına kadar uzadı. Fakat kusursuz güzelliğiyle Tokuş, yarışma boyunca kontrollü duruşundan vazgeçmedi. Hep nazik, mesafeli, elit ve masum bir kuğu rolünde oldu buz üstünde. Sonuç da hayallerindeki gibi oldu ve yarışmayı buz kraliçesi olarak bitirdi.

Peki göründüğü kadar dengeli ve güçlü müydü Zeynep Tokuş? Ve söylentilerin ne kadarı doğruydu? Son dönemlerde yaşadıklarının onu nasıl etkilediğini sorduğumuzda katıldığı yarışmada yapılan eleştiriler, programın formatında olan izleyiciye yönelik şeyler olduğu için hiç üzülmediğini, üzerine alınmadığını anlatıyor. Ve ekliyor, “Evet, güçlüyüm. Evliliğimi iki, üç gazeteci bozamaz!” Geçtiğimiz sene ikinci eşi Alp Nuhoğlu’yla şiddetli geçimsizlik sebebiyle boşanmanın eşiğine kadar geldiği haberleri geliyor aklımıza… Ve “Ne çektiyse basından çektiği kadar çekmedi şu Zeynep” diyesimiz geliyor.Neyse, o şimdilerde çocukluk hayali olan buz pateninde artık önemli bir misyon üstlenmenin keyfini çıkarıyor. Holiday On Ice grubuyla gösteriler yapmanın, yeni bir buz pisti kurmanın heyecanını yaşıyor. Ama en önemlisi, bu yarışmada oyunculuk dışında başka işler de yapabileceğini kanıtladığını ve bu yüzden de gelen teklifler nedeniyle birçok projede yer alacağını söylüyor. Şu günlerde “Şarkı Söylemek Lazım” yarışma programının sunuculuğunu üstlenen Tokuş’la aşk söylentilerini, evliliğini ve yeni projelerini konuştuk.

Erol Aksoy: Show TV'yi satma


Çiller, 'hakkınızda dosyalar var' deyip medyamdaki haberlere karışmak istedi

Bu bölümde, röportaj bittikten iki gün sonra telefonda sorduğum tek soru, "Tansu Çiller mi?" sorusudur. Bu ismi ilk anda hatırlamayışım tamamen benim hatam. Erol Aksoy Bey hiç isim zikretmek istemezken benim ısrarımla söyleşiye monte etmeme razı oldu. Buna mukabil, Show'u sadece Reha Muhtar yüzünden satmadığını belirterek sözlerine bazı eklemeler yaptı. Ben de buna razı oldum. Dün ve bugün belirttiğim bu konuların dışında her şey ilk konuşmamızdaki gibidir. Yıllar evvel, onun Hürriyet'in patronlarından biri, benim de bir Hürriyet çalışanı olarak yaptığımız söyleşi, benim bilgim dışında, kendisinin arzuları doğrultusunda baştan aşağıya düzeltilmişti. Aksoy'a bunu asansörün başında beni yolcularken hatırlattım. Hiç hatırlamıyordu, buna rağmen özür diledi.

Medya patronluğu dayanılmaz bir cazibe mi?
'Bu dayanılmaz bir şey mi?' sorusunu benden başka birisine de sormanızı tavsiye ederim. Hele bugünlerde gazetelerde çıkanlara bakarak. Ve bu soruyu Sayın ve çok takdir ettiğim Aydın Doğan'a da sormanızı tavsiye ederim. Ben medyada rekabetin bankacılıktaki rekabet gibi olmadığını anladım. İki türlü rekabet vardır. Birincisi, sizin birinden daha hızlı koşmaya çalışmanızdır. İkinci tür rekabet, o koşuyor, ona çelme takarak önde kalmaya çalışıyorsunuz. Ben medyadaki rekabeti bu ikinci sağlıksız rekabete benzetiyorum.
Öyleyse siz de çok çelme takmış olmalısınız, öyle değil mi?
Hayır. Ama çok çelmeler yedim. Ben medyada veya bankacılıkta her zaman birisi bir iş yapıyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalıştım.
Peki bankanızı korumak için mi medyaya girdiniz?
Hayır. Banka ile medya arasında bir ilişki yok. Bankam 1992'ye geldiğimde inanılmaz bir kâr ediyor, inanılmaz bir vergi ödüyordum. Leasing ve factoringi kurmuştum. Türkiye'nin ilk beş vergi ödeyenine gelmiştim. Ben başka bir iş yapmak için, başka bir heyecan için girdim. O zamanlar bir tek Star televizyonu vardı. Cem Uzan, Ahmet Özal ile beraber başlamıştı. Bizim İktisat Bankası Türkiye'de 11'inciydi. Ve de ne yapıyorsam aynısını yapıyorlardı. Toptancı bankacılık dedik, toptancı bankacı türemeye başladı. İhracat finansmanı dedik, ihracat finansmanı. Kambiyoyu ilk defa biz götürdük Anadolu'ya. Herkes bizden adam almaya başladı.
Mademki siz beni bankacılıkta taklit ediyorsunuz, ben de medyaya girerim dediniz.
Star'dan sonra arkadaşlara dedim ki, biz şimdi televizyon kurarsak sanki İş Bankası'ndan sonra Akbank'ın sahibi gibi oluruz. Banka sektöründe dalaşmaktan devamlı adam kaybediyorsunuz, devamlı sizden çalıyorlar. Yeni bir sektöre girerim, başta girerim dedim. Televizyona girerken, yanıma Hürriyet ve Sabah'ı aldım. Ben ufak tefek bir bankacı olarak yüzde 60, koca Hürriyet yüzde 20, koca Sabah da yüzde 20'ydi. O zaman televizyon, medya değildi. Medya, gazetecilikti. Medyaya ben bir işadamı, bankacı, bir parasal stratejist olarak girdim. Nitekim Show TV altı ayda bir numara oldu.
Geçmişte 'Medyaya niye girdiniz?' sorusuna, "kendimi ve bankamı korumak için" diye bir cevabınızı hatırlıyorum.
Böyle bir laf ağzımdan çıkmadı. "Bankamı korumak için medyadan çıktım." dedim. Ama girmek için demedim. Benim korumaya ihtiyacım yoktu ki. Show TV'yi satıp bedelini bankaya getirdim. Zannederim o lafı sonradan medyaya girenler söyledi. Hatta Aydın Bey de tenkit etti. 'Ne demek korunmak için medyaya giriyorsun?' falan dedi. Ben öyle bir şey söylemedim.
Bankacılığa yeniden dönerseniz, medyayı bu kez elden çıkarır mısınız? Aydın Doğan sattı bankasını. Dinç Bilgin Etibank'ı kaybetti. Bu tecrübelerden medya ile bankacılığın bir arada olmayacağı sonucunu çıkarmıyor musunuz?
Doğru değil. Demokratik bir ülkede hem bankacılık, hem medyacılık yapılabilir. General Electric hem banka sahibi, hem de en büyük televizyonların sahibidir Amerika'da. Bankanızın devlet tarafından fevkalâde kotrol edildiği ve talimatla çok haksız murakıp raporlarının yazıldığı bir ülkede, herhangi bir haberi beğenmeyen bir politikacı, size gelip bankanızı sıkıştırmak yoluyla medyanıza hakim olmak ister. Başımdan geçen bir olayı anlatayım. Türkiye'de bir parti lideri cumhurbaşkanlığına soyununca o partiye yeni bir lider seçilmeye mecbur kalındı. Ve o aday beni davet etti Ankara'ya. Gittim. Önünde iki dosya. Erol Bey dedi, sizin hakkınızda bilmem ne dosyası var. Yani daha birinci gün, daha başbakan veya parti lideri olmayan; ama olmaya aday bir kişi bile bulunduğu pozisyonu kullanarak, bankacı olduğum için medyamdaki haberlere karışmak istedi. Böyle bir Türkiye'de yaşadığınızda o zaman bazı medya sahipleri, bankam olsun veya olmasın, kararını verebilirler. Bana göre her ikisi bal gibi yapılır.
Bu kişi Mesut Yılmaz mıydı?
Maalesef değil.
Tansu Çiller mi?
Buldunuz.
'Rum çocuğu' denmesine güler geçerim!
Erol Aksoy'un koca olarak portresi nasıldır?
Bunu İnci Aksoy'a sormanız lazım.
Siz kendinizi bir anlatın hele.
Kusurlu. Acı ve sorumluluk duygusu içinde, vicdan azabı çeken bir koca. Pırıl pırıl, bana muazzam yardımcı olmuş ve şu anda yeniden dirilmemde anahtar rolü oynamış sevgili eşimin bu yüzden üzüntüleri fevkalâde acı vericidir. Hiçbir zaman hak etmemiştir. En büyük vicdan azabımdır.
Şimdi küllerinizden yeniden doğmuş gibi mi hissediyorsunuz?
Hayır. Hiçbir zaman yanmadığımı ve kül haline dönüşmediğimi düşünüyorum.
Ama demin yeniden dirilmek deyimini kullandınız.
Boksta nakavt, yumruğu yiyip düşmeye denmez. Yumruğu yiyip, düşüp, kalkmamaya denir. Ben yumruğu yedim. Düştüm. Fakat kalktım. Hayat bir bakıma bokstur. Her işadamı bir yumruk yiyip yere düşüp kalkmasını bilmeli. Ben eğer bunu gösterebilirsem ne âlâ bana, aileme ve diğer işadamlarına.
Size "Rum çocuğu" diye seslenildi. Yaraladı mı bu sizi?
Hayır. Osmanlı İmparatorluğu'nda hangi sultanın annesi Müslüman'dı? Bir tane var mıydı?

Vardır herhalde canım. Olmaz olur mu?
Belki bir iki tane vardır. Ama Fatih başta olmak üzere hepsinin annesi yabancıydı, gayrimüslimdi. Hal böyleyken kim bana Rum çocuğu diyebilir ki? Benim annemin annesi Rum, babası Bulgar'dı. Babam da Babadağlıydı. Hangi Türk Orta Asya'dan buraya kadar gelip de kimseyle karışmamıştır? Onu bırakın bana, bunu söyleyenler zaten Sırbistan tarafından gelip Adapazarı'na yerleşmiştir. Hele hele onların bana Rum çocuğu demesine ben güler geçerim.
O zaman bir Cem Uzan sorusu soralım. Televizyon reklamlarını nasıl buluyorsunuz? Mazot şu kadar olacak falan.

Bir kere kısa ve öz mesaj vermek çok iyi. İki, devlet Osmanlı'dan beri devamlı olarak üreten ve kullanan vatandaştan vergi alıyor. Tüketim vergisi ne demek?
Doğru mu buluyorsunuz verdiği mesajları?
Hepsiyle hemfikir olmayabilirim. Ama muhakkak ki bu mesajları verirken bunların kaça mal olacağını ve o parayı başka neleri keserek tespit ettiğini söylemesi lazım. Üniversite mezununun çoğunlukta olduğu bir seçmen grubuna bir aday böyle bir lafı edemez. Ederse gülerler. Ama bu lafı ederken, bunun maliyeti bu olacak, karşılığında şu kadar adamı da bilmem nereden çıkartacağım, şu kadar tasarruf edeceğim diye ya ek gelir, ya da gider kısıtlayıcı programı teklifleriyle gelmesi lazım.
Show TV'yi satma sebeplerimden biri de Reha Muhtar
Bir dönem Hürriyet'in yüzde 25 oranında ortağıydınız. Erol Simavi hepsini almanızı istedi. Kabul etmediniz.

Hürriyet'e sahip olmanın önemini o zaman göremediğinizi düşünüp, sonradan pişmanlık duydunuz mu?
Ben Hürriyet'e değil, Hürriyet bana geldi. Show TV'de Hürriyet ile yüzde 20 ortaktık. Sabah da yüzde 20 ortaktı. Her iki gazeteye eşit mesafede bir yayın ve fiyat politikamız vardı. Sabah grubu daha özel muamele isteyince ben kabul etmedim. Bunun üzerine Sabah grubu, Karamehmet ve Hüsnü Özyeğin B beyler ile ATV'yi kurdular ve bizden çıktılar. Ben Erol Simavi Bey ile ortak kaldım Show TV'de. Erol Bey benim ortaklar arası ne kadar hakkaniyetli davrandığımı ve bu yüzden Sabah'ın kaçtığını gördüğü için onu temsilen bana gelip, "Biz size ortak olduk, siz de bize ortak olun." dediler. Baktık ettik. Biz de Hürriyet'e yüzde 25 ortak olduk. Gelelim Hürriyet'in hepsini almaya. Bakınız hanımefendi. Medya öyle bir şey ki, çok ama çok insanın ahını alıyorsunuz. Yani bir dostunuz ile akşam yemeği yiyorsunuz. Ertesi sabah o insanın aleyhinde gazetelerde bir yayın çıkıyor. Rezil oluyorsunuz. Yani bu siz bilmeden de olabiliyor. Bazen aileleri, işadamlarını yok ediyorsunuz. Bazen haklı, bazen de haksız olabilirsiniz. Sonuçta çok ah alıyorsunuz. Ailece karar verdik ki, gazetecilik bizim işimiz değil. Nitekim kurduğumuz televizyonun adını bile Show koyduk. Yani eğlence kanalı kurduk.
Ama Show'da da bu gibi haberleri verdiniz.

Hatırlarsanız ilk zaman Show'da haberler yoktu. Bant geçişler vardı. Yani haber de yapmak istememiştim bu yüzden. Onun için ben evet bir işbirliği olması için Hürriyet'e girdim. Çok da yenilikler yaptım. İnsan kaynakları departmanı o zaman başladı, ek o zaman çıktı. Bilançonun düzenlenmesinden tutun çok alt detaylarda birçok katkım oldu. Ama biz Hürriyet'in sahibi olmayı düşünmedik.

Yani bu ulvi amaçlarla mı?
Ulvi lafını genelde küçümsemek için kullanırlar. Siz moral demek istiyorsunuz. Biz ailecek ah almak istemiyoruz. Çünkü genç yaşta başarılı olduğum için eşimle beraber dikkatleri üzerimize çok çektik. Çok haksız yazıldı çizildi. Bize yapılanı başkasına yapmak istemedik.

Show TV'de Reha Muhtar dönemindeki haberler çok mu iyi örneklerdi?
Zaten onun için kaçtım ve Show TV'yi sattım. Hatta bana Reha, "Benim yüzümden mi satmak istiyorsunuz?" lafını bile etti.
Demek Reha Muhtar yüzünden televizyonunuzu sattınız...
Tabii o kadar basit değil. Bankaya kaynak sağlamak için sattım. Tabii Show'un haberleri yüzünden üzerimizde baskılar vardı. Eşimizden dostumuzdan haberlerin görüntüsü ve üslubu bakımından da eleştiriler alıyorduk. Artık bu işten zevk almamaya başlamıştık.

Haber dünyasını kirleten bir anlayıştı o. Ve sirayet etti oradan oraya, oradan oraya. Kusura bakmayın, ekranlar panayıra döndü. Bunda sizin payınız yok muydu?
Bakınız, kirletmeyi iki şekilde kullanabilirsiniz. Ben demin haksız bir ah almadan bahsettim. Sizin söylediğiniz kirletme ise işte dokunup acıyor mu demek. Zaten o panayır kirliliği bizim üslubumuza uyuşmadığı için sonunda Show TV'ye güle güle dedik.

Ama 3 sene sürdü bu durum. Reytinglerde birinciydiniz. Hemen durdurmadınız bunu.
Haklısınız. Ateş Hattı'nı 11'de yapan Reha'yı bizim ana haberde istifa olunca habere getirdik. Ana haberi sunan birisini getirdikten sonra bir televizyonda üç ay sonra pat diye atamıyorsunuz. O bakımdan zorluk oluyor. Bir de reyting getiriyor tabii.
Demek ki reyting, kirliliği örtüyor.

Hayır hayır. Biri üslup farkı. Öbürü haksızlık yapmak. Reha, yanlış yapmayan bir işadamı hakkında haksız bir yayın yaptıysa bunu tenkit edebilirsiniz. Reha bir aileyi bozmuş, çözmüşse söyleyin. Ama Reha bir çingeneyi çıkartıp saatlerce acıyor mu, acıyor mu diyorsa o benim demin birazcık sonunda kabullenmek zorunda kaldığım Türkiye'nin imajı. Yani biz televizyonlarla Türkiye'yi eğitemeyiz ve düzeltemeyiz. Türkiye halkının istediğinden daha iyi kalite bir yayın yapmak, sizi ancak batırır. Türkiye halkı neyi seyretmek istiyorsa onu vereceksiniz. Reklam veren var çünkü. Sonuç olarak biz medya olarak sonunda reklam verenin reklamını seyircilere ulaştıran bir aracız.

Erol Aksoy: Sabah ve atv'ye talibim


Sabah ve atv'ye talibim
İşimi öyle önemserim ki, bazen deşifre edilmiş söyleşiyi okurken, yahu o anda şunu niye hatırlamadım, şunu niye sormadım, diye eksiklenir ve o boşlukları doldurmak için üşenmez, muhatabımla yeniden konuşurum.

Bu bölümdeki "1 milyon dolarınız var mı ki alırım diyorsunuz?" ve "Sabah ve atv'yi almak için hukukî bir engeliniz yok mu?" soruları daha sonra telefonla sorularak metne monte edilmiş, Erol Aksoy bu vesileyle, daha önceki başka sözlerine de açıklık getirme imkânı bulmuştur. Erol Bey, "Eğer bu dünyada bir kötülük yaparsak, bizim de bu dünyada acı ve ceza çekmemiz doğrudur." sözlerinin ardından telefonda sormak istediğim yeni soruyu, "Maç bitmiş, hakem hâlâ sarı kart gösteriyor. Bu adil değil." diyerek reddetmiştir. Çok haklıdır. Soru sorulmamıştır.

Atv ve Sabah'ın Ciner'e ve Dinç Bilgin'e yâr olmaması, medyanın asıl patronunun devlet olduğunu gösteriyor mu sizce?

Hayır. İşini iyi yapanlar medyasının sahibidir. Neden Aydın Doğan'ın kurumları ona yâr oluyor da öbürlerininkiler olmuyor? Aydın Bey sağ olsun hesap kitabını iyi yaptığı için. Öbürleri demek ki ya hesaplarını iyi yapmıyorlar ya da başka emellerle medyaya girmişler. Bu, devletten ihale almak da olabilir. Ne bileyim güzel kızlarla çıkmak için de olabilir.

Size göre Ciner'in hatası neydi?

Benim kanaatime göre Ciner'in hatası işin başında TMSF ile bir protokole imza atarken, Dinç Bilgin'in TMSF ile bir protokole imza atmaması. Sayın Ciner'in de hakkını yemek istemem. Ama gördüğümüz kadar gizli bir anlaşma varmış ki Dinç Bilgin getirip bunu vermiş.

Dinç Bilgin kendini niye ihbar etti?

Benim yorumum şu: Diyelim 800 milyon dolar borcu olan bir kişinin en büyük iki varlığı 400'e giderse ve bu arada o 400, iki üç sene içinde 1.200 olur ise, bu kişi o 400'lük anlaşma bozulur da yeniden satılırsa o zaman bütün borcun kapanacağını görmüştür. Belki Sayın Bilgin de ailesine, çoluk çocuğuna olan sorumluluğuyla davranmıştır. Ona 800 milyon dolar bir fatura çıkmışsa, ki o faturada Dinç Bilgin'in ne kadar kusuru olduğunu bilmiyorum. Onu Etibank'a, oraya buraya itenlerin hiçbir şekilde takibe uğramayanların olduğu bir yerde, elindeki mal varlıkları Türkiye'nin istikrarlı gelişmesiyle 1 milyarı bulduğu bir ortamda, belki de o gizli anlaşma sebebiyle diğer taraf ona üstelik bir de haksızlık yapmışsa, o da kendi menfaatini düşünecektir. Bu arada devlet de çok daha fazla bir tahsilat yapacaktır. Bütün bunlar tabii ki hukuken onaylanır ise.

Paranız olsa Sabah'ı alır mısınız?

Kaça satılacağına bakılır. Ben tabii Sabah'ı da alırım, atv'yi de. Sektör olarak iyiye gidiyor. Reklam pastası büyüyor.

1 milyon dolarınız var mı ki alırım diyorsunuz?

Hayır param yok, ama yöneticiler bugünlerde parasını işletmek isteyen birçok sermayedarı veya fonu bulabiliyor.

Ne yani bu işi takip edecek misiniz? Alıcı olacak mısınız?

Bilmem ki. Yani onun finansmanını bulursam ki şu anda kimlerle konuşsam, "Valla Erol Aksoy iyi televizyoncuydu." diyorlar. Şu anda ben televizyonculuğun duayeniyim. İyi bir yöneticiyim. Az adamla çok iş yaparım, verimli çalışırım. Yani medya olsun, sanat galerisi olsun, bankacılık olsun, benim eğitimim yöneticilik. Biz Hürriyet'te muhabirlerin haber akışını, bölge müdürlüklerine ne kalıyor, ne kalmıyor, bütün bunları aynen sanayi şirketi gibi ölçtük, biçtik, buna göre yönettik.

Sabah ve atv'yi almak için hukukî bir engeliniz yok mu? TMSF ile anlaşmanız ve dünya kadar borcunuz var.

Anlaşma ve borcum, herhangi bir şirketi yönetmeme katiyen engel değil. Atv'yi almak daha iyi olur bence. O bir eğlence sektörü.

İmkânlarınız ne olursa Sabah da bunun içine dahil olur?

Orada beni yakaladınız.

Hadi söyleyin. Sabah'a alıcı olabilmenizin şartları nedir?

Bakın geçenlerde CİNE5'e daha birinci gün bir haber geldi. Çok meşhur bir yerde, bilmem şu kadar milyon dolar alan bir kişi bir proje yapıyormuş. Beş on milyarı işçilere ödemiyormuş. Rezalet diye bir haber olacak iken, dedim bu işçilere niye ödemiyormuş? İşçilerin elinde çeki bir müteahhit, bir başka müteahhite vermiş. O da başkasına vermiş. Şunu gördüm ki arkadaşlar bir haber yapacaklar, ellerinde belge yok. Sadece beyan var. İşte bu üçkâğıtları yakaladık falan. Ne üçkâğıdı? Yani belge olmadan da maalesef haksız yayın yapılıyor. Nitekim ben buna mani oldum. O haber çıkmadı televizyonumuzda. Burada çalışan gazeteciler de anladılar ki bir oyuna geliyorlar. Yani burada bir gazetecinin kullanılma ve oyuna gelme olayı çok fazla.

Dolayısıyla Sabah'ı ve atv'yi habercilik öyle yapılmaz böyle yapılır iddiasıyla mı almak istiyorsunuz?

Yok yok. Bu gidişle bu sohbetin manşetinin "Aksoy, atv ve Sabah'ı alıyor" şekline gelmesinden endişeliyim.

Söylediğiniz lafın manşete çekilmesi sizi niye rahatsız etsin?

Yok canım. Bu bir olayı alıp, demagoji yapmak olur. Ben iyi yöneticiyim. Bana ne verilirse iyi yönetirim.

Ama bana oyun oynuyorsunuz gibi geldi. Almak istiyorsunuz; ama yönetici olarak falan...

Yani şimdi üç gün üç gece manşette mi olacağız? Saatler boyu konuşup sonra iki cümleyi başa çekeceksiniz. Ben şunu söylemek istiyorum. Sabah ve atv iki iyi markadır. Bu iki marka da batmıştı 2002'de. Bu markaya yatırım yapıp, savaşını verip yine marka değerini yükseltenler, hakikaten de bir katkıda bulundular. Yani kim bu iki iyi markayı yönetmek istemez ki diyorum.

Öyle olsun. TMSF ile yaptığınız anlaşmaya gelelim. Borcunuzu kabul ettiniz. İstenilen teminatları verdiniz. Bunun üzerine şirketleriniz geri verildi. Ama bu ana gelene kadar epey direndiniz. Nasıl olsa hemen satamazlar deyip vuruşa vuruşa mı çekilmek istediniz?

Hayır katiyetle. Niye üç dört sene imzalamadım? Sebebi yüklenen faizler. Burada bir eşitsizlik var. Yani bazı protokol imzalayanlar da diyelim bankadan şirketlere kredi verilmişse üç dört sene geriye dönük o kredilere protokol faizi işletildi. Bende ise benim işlettiğim yüzde beş faiz ile 400 trilyon olan borç 726 trilyona gelmiştir. Benden sonra yapılan bazı protokollerde geriye dönük faizde düşüşler yapılmıştır. Bende yapılmamıştır. Buna uzun zaman itiraz ettim, evet doğru.

Sonra niye kabul ettiniz?

İktisat Gayrimenkul Yatırım ortaklığım bana göre çok düşük bir fiyata satıldı. Birkaç şirketim daha düşük fiyata satılacaktı. O zaman ben en azından bunları alayım, büyütmeye çalışayım kararını verdim.

12 yılda 945 milyon dolar ödeyeceksiniz. Bunu başarabilmek için eskisinden daha yırtıcı mı olacaksınız? Yoksa daha temkinli bir Erol Aksoy portresi mi izleyeceğiz?

Eskiden yırtıcı olduğumu kabul etmiyorum. En iyi üslup, duruma göre değişen üsluptur. Ne hep dediğiniz gibi şiddetli, ne hep fazla yumuşak ve temkinli.

Şimdi yönetimde TMSF'den de iki kişi var. Onları sizi yanlış yapmaktan alıkoyacak güvenlik unsuru olarak mı, yoksa ayak bağı olarak mı görürsünüz?

Biz zaten üçkâğıt yapmadığımıza göre sorun yok. Yalnızca ikisi değil hepsi TMSF yetkilisi olabilir. Onlar işletmede kazanılan paraların, işletmede kalması, borç ödenmesi için kendileri bakmak istedi. Biz de tabii dedik.

Ama onlar devlet memuru. Siz işadamısınız. Yönetimde mantık farkı olmaz mı?

Zaten biz hukuka aykırı bir şey yapmıyoruz ki. TMSF de en çok tahsilatı sağlamak istiyor. O bakımdan biz birbirimize ayak bağı değil, yardımcı oluyoruz. Ben nasıl öğreniyorsam, sayın TMSF yetkilileri de bu şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yaparak, görerek onlar da tecrübe kazanıyorlar.

TMSF başkanıyla herhalde pek çok kez görüştünüz. Nasıl bir izlenim edindiniz?

Ben TMSF başkanını bu süreçte maneviyatı yüksek iyi bir insan olarak tanıdım.

Peki siz maneviyatı yüksek biri misiniz?

Maneviyatı yüksek derken dinden mi bahsediyorsunuz, etnik değerlerden mi? İkisi aslında birleşir. Sonunda doğruları yapmamız lazım.

Hiç din sorusu düşünmemiştim. Siz getirdiniz aklıma. Dine yakın biri misiniz?

Eşim çok yakındır. Ben o kadar yakın değilim. Cennet ve cehennemin bu dünyada olduğunu düşünürüm. Öldükten sonra cennet cehennem konusuna bu yaşımda ve mühendislik eğitimimle çok inanamıyorum. Öte yandan bu dünyada kötülük ve haksızlık yaparsak bu dünyada cezasını çekeceğimizi, bunun böyle olmasının da hakkani olduğunu düşünüyorum. İlahi adaleti zaten biz yaşarken görüyoruz. Eğer bu dünyada bir kötülük yaparsak, bizim de bu dünyada acı ve ceza çekmemiz doğrudur.

Babanız size, "Kendinden akıllı ile iş yapma." diye nasihat etmiş. Ve siz beni çok irkilten bu sözü hep tutmuşsunuz. Başınıza gelen olumsuzluklarda bu nasihatin payı var mı?

Bir baba, oğluna yolda yürürken veya oyuncağını sallarken bazı laflar ediyor. İnsan da büyüyünce işine geldiği bazı lafları kullanıyor, gelmeyeni kullanmıyor. Şimdi birçok söyleşide bu lafımı okumuş olabilirsiniz. İnkâr etmiyorum. Kendinden daha akıllı ile iş yapma, yani yaparsan kazık yersin, dikkat et gibi bir şeydir. Onun için bu söylemi abartmamak lazım. Çünkü iş dünyasında bir insan benden daha akıllı ise onunla iş yapmayayım diyemezsiniz. Onun sizden daha akıllı olup olmadığını nereden bileceksiniz? Ben kendimden çok daha akıllılarla iş yapmış da olabilirim.

2004'te çıkartıldığınız yalınız için üzülüyor musunuz?

Benim bir çatı katı arası evimde iki çocuğum doğdu. İktisat Bankası sahibi oldum, Fransa'da ve Amerika'da bankalar sahibi oldum. Show TV'yi kurdum, Hürriyet'e ortak oldum. O yalıya gittikten sonra maalesef 94 ile beraber olumsuzluklar yaşadım. O bakımdan üzülmüyorum. Üzüldüğüm konu, o yalı fevkalâde ucuza gitti. Ve ah aldı. O yalının değerinin ödenmesi lazım. Ve onun ödenmesi için de çalışacağım.

Nazlı Ilıcak da sizin onun ahını aldığınızı söylemişti. O çıktı, siz girdiniz.

Ben yalıyı Nazlı Hanım'dan almadım. Oğlu Mehmet Ali Ilıcak'tan aldım. Mehmet Ali'ye de bütün parasını ödedim. Hatta o paralardan bir kısmının annesine gittiğini biliyorum. Ancak parayı almış olmasına rağmen Nazlı Hanım yalıdan çıkmadı. Hatta çıkmak için ek bir ücret de istedi. Burada en iyi şahidimiz Mehmet Ali Ilıcak'tır. Ben Mehmet Ali Ilıcak Beyefendi'nin ahını aldım mı, almadım mı ona sorun. Kendisi o yalının satışından gelen paralarla yeni bir hayat kurduğunu söyleyen ve Miami'de veya Türkiye'de her bayramda beni ve eşimi arayıp, "Bayramınız mübarek olsun." diyen tek kişidir. 15 senedir Mehmet Ali Bey bizi arar sağ olsun. Onun ahını aldığımı zannetmiyorum.

Artık yaşamınız daha mı mütevazı, yoksa vazgeçemediğiniz eski alışkanlıklarınız var mı?

Şu yalıdan başka bizim ailece mütevazılık dışı bir yaşamımız olmadı. Hayatımda Mercedes'im olmadı. Bizim ofise geldiklerinde odamı görünce çok şaşırmışlar. "Erol Aksoy'un odası bu olamaz, nerede deri koltuklar?" demişler. Biz o yalının da zaten iki üç odasını kullanırdık. O kocaman bahçede bir tane davet vermedik. Benim uçağım, korumam hiç olmadı. Hayatımda tabanca taşımadım. Her zaman kendi çantamı taşıdım. Çok acil durumlar için, dört kere uçak kiralamışımdır, o da Türkiye içinde. Bizim zaten giderimiz çok fazla değildi ki. İnsanın normal bir hayatta çok muazzam paraya ihtiyacı yok ki.

Öte yandan çok sayıda, çok pahalı tablolarınız vardı, müzayedelerde satıldı.

Tabii ki bu konuda kırgınlığım var. Ben fotoğrafçılık yaptım, mimari, tarih, sanat okudum mühendisliğin yanında. Satılan tablolarımdan en az iki müze yapıldı. Şimdi Pera'da olan Osman Hamdi'nin tablosunu aldığımda Türkiye'nin en zengini değildim. Bizim evimizde o Burhan Uygur'un önünde doğum partisi verdiklerimiz, o tabloyu alıp gittiler bilahare. Ben sanatı kalıcı olduğu için seviyorum. İyi ki hayatta sadece bankacı olmamışım diyorum.

Erol Aksoy: Beni suçluluk


Beni suçluluk duygusundan psikoloğum kurtardı

Ben söyleşilerimde muhatabımın yaşadığı olaylardan çok onlara verdiği tepkiye odaklanırım. Daha evvel defalarca dile gelenlere değil, taze söze talip olurum. Zahiren ortada başarı ya da başarısızlık olabilir.

Önemli olan kendisine soru sormama izin veren kişi, bununla nasıl baş ettiğini samimi bir şekilde anlatıyor mu, egosuna torpil yapmadan kişiliği ile yüzleşebiliyor mu, ben buna bakarım. Ortaya çıkan tabloyu ayrıca yorumlamam. Notum kıt olduğu için değerlendirmeyi okurlar yapsın isterim. Söyleşimizin büyük bölümü CİNE5 binasının 10'uncu katındaki bir toplantı odasında yapıldı. Bir masa ve sandalyelerin dışında hiçbir şey olmayan, beyaz badanalı, insana tecrit edilmişlik hissi veren soğuk bir oda. 18.30 olan randevu saatine, işlerin yoğunluğu nedeniyle 19.15'te icabet edebilen Erol Aksoy Bey, elma ile peynir yerken konuşmaya başladık. Zaman zaman gelen telefonlarla onar, on beşer dakika kesilen görüşmemiz 21.15'te, fotoğrafa zemin olabilecek renkli bir koltuk bulduğumuz bir başka boş odada bitti.

Baş döndürücü bir hızla yükseldiniz ve aynı hızla düştünüz. Bu süreç size kendinizle ilgili ne öğretti?

İtirazım var. Yükseliş yirmi senede, düşüş üç günde oldu. Arasında fark var. Yükselişim, bir yerlere gelişim tahsilim sayesinde oldu. Fransa'da lise, Amerika'da üniversite, MIT gibi bugün hâlâ çok az Türk'ün gidebildiği bir okul, sonra Harvard Business School. Yani en iyi eğitim nedir deseniz onu aldım. Tabii bir tek eğitimle olmuyor. Çünkü fazla eğitilmişler, hoca oluyorlar. Pratik olmuyorlar. Beni okutan rahmetli babacığım, ilkokul mezunuydu. Babadağlıydı. Babadağıdan hep tüccar insanlar çıkıyor. Çünkü tarım yok, hayvancılık yok.

Pardon. Hayat hikâyenizi değil, düşüşünüzden ne öğrendiğinizi sormuştum.

Ben hep kazanmayı ve başarmayı öğrenmişim. Kaybetmeyi öğrendim. İnsan kazanınca niye kazandığını pek analiz etmez. Kaybedince ya ben niye kaybettim, der.

Kaybedince egonuz biraz ezildi mi?

En iyi imtihan egoya geliyor. Ego iyi bir terbiye görmüş oluyor. Ben maalesef geç bir zamanda kaybettim. Gençliğinde iflasa yaklaşmış bazı işadamları, ders alıp, daha dikkatli olmuşlar. Bu felaketi ellimden sonra yaşamak bana ağır geldi. Hele hele kaybetmenin şartları ve de haksızlığa uğramışlık hissi varsa o daha da ağır geliyor.

Herhalde zamanla kendi hatalarınızı da tespit etmişsinizdir. Mademki egonuzun terbiye olduğunu iddia ediyorsunuz, neydi o hatalar efendim?

Şimdi valla tam derinden yakaladınız.(Gülüyor) İnsanlar her ne kadar egom terbiye oldu diyorlarsa da, sizin gibi fevkalade akıllı, hassas bir hanımefendiye samimi olarak şunu da söylemek lazım. Evet, ben demin egom terbiye oldu dedim de, ama hakikaten terbiye oldu mu olmadı mı? Yoksa bu dışarıya dönük bir işlem mi? İnsan değiştim diyor. Bakıyorsunuz aslında değişmemiş. O bakımdan egom terbiye oldu deyince... Bakın şimdi şöyle oldu.

Efendim lütfen, "batmadım batırıldım, düşmedim düşürüldüm" hikâyesine girmek istemiyorum.

Bizim bankaya el konulma ortamını size özetlemem lazım. Bizim bankadan 35 trilyon bir çekiliş oluyor. O gün Merkez Bankamızda bizim bankanın 102 trilyon parası var. O parayı bize vermiyorlar. İktisat Bankası gidiyor ve devlete yük oluyor. Kendi paramızı bize verseler biz kendi yağımızla kavrulup, belki de zorlukları aşardık. Nitekim bu şekilde zorluklar yaşayan başka bankalar oldu. Ve bunlar iki üç milyar dolara satıldılar.

Gerçek neydi bilemem. Ben bu duruma gelinmesinde size düşen payla ilgiliyim.

Benim aldığım ders şu: Başarılar neticesinde insan bana kendine fazla güveniyor. Daha da mühimi, ben hep kendi yönümden bakıyordum olaya.

Bencil miymişsiniz?

Şahsi bencillik değil de, şirketlerim açısından bencilce olabilir. Yani karşı tarafın hassasiyetine o kadar hassas olmadığımı gördüm.

Hepsi bu mu? Size öyle suç istinatları yapıldı ki. Sahte belgecilik, vergi kaçakçılığı, gerçeğe aykırı muhasebeleştirme ile zimmete para geçirme, hayali ihracat, usulsüzlük, çıkar amaçlı suç örgütü kurmak vb. İntikam alma duygusuyla mı ayakta kaldınız?

Yok. Kendime özgüven ile ayakta kaldım. Psikiyatride doktorlar, depresyonu kendine özgüvenin kaybı olarak görüyorlar. Yani şöyle yaptım da oldu, böyle yaptım da oldu, suç bende falan. Suçu kabullendiğinizde depresyona giriyorsunuz. Oysa kişi için şu daha faydalıymış. Mesela ben bir zaman Show TV ve CİNE5'in sahibi, Hürriyet'te de yüzde 25 ortak ve başkan vekiliydim. Bana üç kere teklif edildi Hürriyet'in geri kalan hisseleri. Ben Hürriyet'i satmasaydım şöyle mi olurdu? Veyahut Merkez Bankası'na o parayı zamanında yatırmayanlar kurtuldular. Ben doğruyu yapıp, parayı yatırdığım, bir daha da çekemediğim için keşke yatırmasa mıydım acaba? Hayır! Bu düşüncenin yanlış olduğunu, o zamanki ortamda doğru kararı verdiğimi düşünmem lazım geldiğini söyledi doktor.

Derin depresyonu böyle tedavi ediyorlar demek.

Derin değil, depresyon. Bir bakıma ümitsizliğe kapılmak, bu işin içinden çıkamayacağımızı düşünmek, bir gün hapse girip orada çürüyeceğinizi, hasta olup öleceğinizi düşünmek ve koyvermekti depresyon. İçinizden hiçbir şey yapmamak geliyor, kimseyle konuşmuyorsunuz.

Psikiyatrınız ne söyledi tam olarak?

Psikiyatr değil psikolog. Ve ben hiç ilaç almadım. Psikoloğun en büyük yardımı, kendine dışardan bakmayı öğreniyorsun. İnsan belli olaylarla çabalarken, hep sıcağı sıcağına karar veriyor. Bir ay sonra, iki ay sonra olaya baktığında ya ben niye o anda öyle yaptım, böyle yaptım diye pişman oluyor. Çünkü iki ay sonra o çok sıcak anından çıkıp, bir bakıma kendi yaptığınıza yabancı bir gözle bakabiliyorsunuz. Olaylara üçüncü gözle bakmanın insana iyi geldiğini gördüm. Psikolog, bana geçici olarak kaybettiğim özgüvenimi sağladı.

Ne kadar zamanda?

Mesajı çabuk alırsanız çabuk, çabuk alamazsanız çok da uzun sürebilir. Psikoloğa haftada bir gidiyorsunuz. Koltuğa oturup anlatıyorsunuz olayları. O da size olaylara yabancı gözle bakmanıza yardımcı oluyor. İşin içinde yaşarken göremediğiniz olaylara yabancı gözüyle baktığınızda farkına varıyorsunuz ki, belki de o kararı öyle almamanız, o fevri hareketi öyle yapmamanız lazımdı. Orada doktor bey böyle yapmasaydım, şöyle yapmasaydım şimdi burada olmayacaktım deyince, hayır diyor. Bugün öyle düşünürseniz kendinizi mahvedebilirsiniz. O günlere dönün. O gün her şeyi ölçüp biçip doğru kararı aldığınızı düşünün. O zaman o kararı aldıysanız sonra pişman olmayın.

Özetle sizi suçluluk duygusundan psikoloğunuz mu kurtardı?

Evet. Suçluluk, bir de aileye karşı suçluluk. Bizim evimize polisler geldi. Eşimin hiçbir günahı yokken ve bankada 1,3 hissesi var iken yurtdışı çıkış yasağı konması, mallarımızın müzayede ile satılması... Kızım, bizim evimize gelip giden bir arkadaşın evinde bizim evden çıkmış, müzayedede satın alınmış bir malı gördü. Düşünebiliyor musunuz o gencecik kızın üzerindeki tesiri? Oğlum, iki gün iki gece evine dönmedi. Akrabasına gitti. Oralarda eğleniyor zannediyorum, meğersem dönmek istiyormuş. Çünkü ufacık, eski bir televizyonu bile götürdüler odasından. Bir de çalışanların başına gelenler, sizin yüzünüzden mahkemelerde sürünmeleri. En büyük suçluluk duygum aileme karşı. Niye benim yüzümden bu hale düşmüş olsunlar? Bu çok ağır bir olay.

Peki ama suçluluğun duygusundan kurtulduğunuz zaman suçlar da ortadan kalkıyor. Yani hiç "Ama ben de hakikaten yasalara uymadım. İnsanları kazıkladım, yahut yanlış yaptım" şeklinde bir iç muhasebeniz olmadı mı?

Katiyetle. Neden? Çünkü benim yaptığım herhangi bir konuda, işte demin söylediğiniz şeyler, yok keçi kılı kaçakçılığı falan, tamamen fasa fiso.

Altın kaçakçılığı diye hatırlıyorum.

Efendim olabilir. Yani 28 yaşında 4 bin kişinin çalıştığı bir bankanın genel müdürü, 38 yaşında banka sahibi olursanız, bu gibi suçlamalar olabilir. Ama ne o gibi bir ihracattan hukuken suçluyum, ne de herhangi bir olaydan. O zamanlar yalnızca CİNE5'in büyümesini durdurmak için Türkiye'nin üç büyük gazetesinde aynı anda ve aynı kelimelerle beş gün beş gece aleyhimde yayın yapmalarına rağmen yine o cumartesi günü yolda yürüdüğümde herkesin beni tebrik ettiğini biliyorum.

İnanmıyorum! Yani herkes derken kim?

Yani halkımız, beni o yayınlardan tanıyan. Kimse inanmadı. Şu anda zaten mahkemede belli oluyor ki, ben doğru muhasebeleştirdiğim bankayı, olduğundan daha iyi değil, olduğundan daha kötü gösterdiğim için savcılığa verilmişim. Yanlış muhasebeleştirme, mudileri, Hazine'yi aldatmak için olmayan bir şeyi göstermek için kullanılıyor. Bunun suçu vardır. Ama ben senedini alıp da verdiğim bir krediyi aslında açık kredi diye göstermişim. Yani teminatsız göstermişim. Aslında teminatlı. O bakımdan benim kanaatim odur ki, İktisat Bankası'nın kendi parası o gün verilseydi, bu suçlamalar da olmayacaktı. Nitekim bu fuzuli suçlamalar teker teker mahkemelerde çürüyor. Bu bakımdan herhangi bir hukuki suç işlediğimle ilgili ne bir kabulüm, ne de böyle bir olay var.

Yeniden bankacılık yapacağım
O dönem, meşhur papyonlu bir fotoğrafınız vardı. Altına hortumcu diye yazılıyordu. TMSF ile yaptığınız anlaşma ile, bu hortumcu damgasından kurtulduğunuzu düşünüyor musunuz?

Bütün bu olaylarda bir, sayın ve değerli basınımız, hortumcuyu papyonlu haliyle göstermeyi tercih eder. Buna saygım var. O zaman tabii ki daha bir okunur, tirajımız da yükselir. Ben kendim hiçbir şey hortumlamadım. Şahsen bir kuruş borcum yok. Şirketlerim İktisat Bankası'ndan kredi kullandı evet. Ancak tüm raporlar da gösteriyor ki, kullandığı krediler bir bankanın kendi ortaklarının sahip olduğu şirketlere verebileceği maksimum limitleri aşmamıştır.

Peki size denmezse kime denir hortumcu? Kimdir Türkiye'nin hortumcuları?

Bu olaylarda beni ve ailemi en çok üzen, son üç dört senede bir banka lisansı alıp o banka lisansı sayesinde bazı dertlerini halletmeye çalışanların yanında fotoğrafımın çıkmasıdır.

Dinç Bilgin'den mi bahsediyorsunuz?

Hiç isim vermiyorum. Çünkü yalnızca Dinç Bilgin almadı o lisansı. Kim hortumcudur, lafını benden alamazsınız. 1973'ten beri bankacılık yapıyordum, bankamın 17 senedir sahibiydim. Bu sürede bir tane suçlama olmamıştı. O bakımdan kim hortumcu derseniz, kim hangi usullerle şirketlerine limitleri aşarak kredi vermiştir? Hangi bankalara Hazine veya BDDK artık bu şirkete kredi verme demiştir? Ama o gelen yazıyı yönetim kurulu üyelerinden saklayıp, kredi vermeye devam etmişlerdir. İşte sorunuzun cevabı o yönetim kurulunda o belgeleri saklayıp verme, demelerine rağmen vermeye devam edenlerdir.

Cem Uzan'dan mı söz ediyorsunuz?

İsim alamazsınız benden. Madem sen hortumcu değilsin. Kim hortumcu hadi bize ismini söyle oyununa gelmem ben..

Eyvallah. Kim hortumcu kim değili işin ehline bırakalım. Şu anda bankacılık yapamıyorsunuz. İyi ki medyaya girmişim, hiç değilse medyam sayesinde yeniden itibarımı kazanacağım, belimi doğrultacağım diyor musunuz?

İnsanın belini doğrultmak, parasal, psikolojik ve sıhhat bakımından olabilir. Özgüveni çok olan bir kişi olarak şu anda belimin doğrulmasına ihtiyaç yok. Ben iyi bir bankacıyım. Çok genç bankacı yetiştirdim. Daha geçenlerde iki arkadaş geldiler. Erol Bey dediler bizim CV'de kim İktisat Bankası görse hemen işe alıyorlar. İktisat Bankası iyi eleman yetiştiren bir yer olarak tanınıyor. Birçoğu gittiğimiz yerde maalesef yeni bir şey öğrenmediğimiz gibi eski öğrendiklerimizi de unutuyoruz, diyorlar. Çünkü bizde bir challenge, yeni durumlara yeni çözümler bulma vardı. Onun için ben yeniden bankacılık yapacağıma inanıyorum.

Yeniden bankacılık yaparsanız, bir güven problemi ile karşı karşıya kalmaz mısınız?

Kalmam; çünkü şimdiden birçok çalışan, benimle çalışmak istiyor. Şimdiden birçok müşteri Aksoy neredesin, sen gittin faizler yükseldi. Sen bizi ziyaret ederdin. Sen rekabeti getirdin. Sen gittin rekabet gitti, diyorlar. Ben hiçbir müşterimin parasını yok etmedim ve zor durumda bırakmadım. O bakımdan benim müşteri ile ilgili bir güven problemim yok.



--------------------------------------------------------------------------------

CINE5'in sahibi

Erol Aksoy, daha 20'li yaşlarında iken, New York borsasında hisse senedi alıp sattı. 29 yaşında Garanti Bankası'nın genel müdürü oldu. Beş yıl sonra kendi bankasının sahibiydi. 1990'larda Fransa ve Amerika'da da bankası vardı. Show TV onundu ve 1993'te Erol Simavi'den Hürriyet'in yüzde 25'ini satın almıştı. Bankayı zayıflatmamak için Hürriyet'teki hisselerini Aydın Doğan'a, Show'u Çukurova Grubu'na sattı. 2001'de İktisat Bankası'na TMSF el koydu. CINE5 televizyonunun sahibi olan Aksoy geçtiğimiz günlerde TMSF ile anlaştı.