Pazartesi, Mayıs 28
Patriği Mesrob 2: Fanatikler ateş
Fanatikler birbirine ateş püskürüyor, arada kalan biz oluyoruz.
Gündemde seçim var. Kısa bir süre sonra partilerin vaat bombardımanına maruz kalacağız. Daha güzel bir Türkiye için umut devşirmeye çalışacağız. Bazen kalbimizin beğendiğini beynimiz reddedecek.
Bazen aklımızın evet dediğini kalbimiz püskürtecek. Bize hükmeden bu iki gücün oluşturacağı ortak alanın olmazsa olmazları nedir diye düşünüyorum bir süredir. Oyumu kime vereceğim?
Bu seçimde tüm partilerden daha evvel hiç düşünmediğim bir beklentim var.
Arkadaşım Hrant Dink'in ölümü ve ardından yaşanan korkunç Malatya katliamı, seçene de seçilene de büyük bir sorumluluk yüklüyor. Bin yıldır biz Müslüman Türklerle haşır neşir olmuş, dinleri farklı şu bir avuç insanımızı nasıl koruyacağız? Ekilen nefret tohumlarından çıkan yabancı otları nasıl yolacağız? Aramızdaki kardeşliği yeniden nasıl tesis edeceğiz? Neden bu insanların temsilcileri yok Meclis'te? Neden kadınları politika yapmaya özendirirken, gayrimüslim yurttaşlarımızı es geçiyoruz? Ben, kendi hesabıma bu soruları siyasilere hep soracağım. Hangi partinin programında bir empati maddesi varsa, oyumu o alacak. Tabii ki sadece onlara değil, ötekileştirilme tehlikesi taşıyan tüm dezavantajlı gruplara empati. Çünkü bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür. Çokların huzuru, azların huzuru kadardır. İşte ben bu duygularla gittim Ermeni Patriği Mesrob 2'ye. Dini sizinkinden farklı biriyle inancın dogmalarını konuşmanın risklerini bilerek, zaten Türk ve Ermeni fanatiklerin arasında, ateşte kalmışlığını unutmadan, kaş yapayım derken göz çıkarmadan, şunu yazmasak dediğinde onu anlayarak, bu vatanın iyi bir evladı olduğunun farkında olarak konuştum.
Bugün Anneler Günü. Annenizi kutlamaya gidecek misiniz?
Tabii göreceğim annemi.
Bu ruhanî giysilerle mi gidiyorsunuz annenize?
Evet.
Mari Hanım kapıyı açtığında karşısında biricik oğlunu mu görüyor, Patrik hazretlerini mi?
(Gülüyor) Zor bir soru. Sanıyorum ikisini bir arada görüyor.
Dolayısıyla Patrik hazretlerinin elini öpüyor mu?
Yok canım. Ben öperim annemin elini. Rahip olacağım zaman yakın çevremde birçok insan başka işin mi yok diye tepki gösterdi. İlk anlayışla karşılayan annem oldu. "Önemli olan senin ne yapmak istediğin. Neyi seve seve yapacaksan onu yap. Bir işi zorla yapacaksan yapma daha iyi." dedi.
Hayatınızdaki en önemli kadın kim?
Annem tabii. Kişiliğimin oluşmasında onun şefkati çok etkili olmuştur. Bizim çocukluğumuz yazları Kırklareli'nin Kıyıköy'ünde geçti. Köydeki bütün anneler bizim annemizdi. Annem de bütün çocuklara yakındı. Hanımlar arasındaki o diyalog bize de sirayet ederdi. Annem, en sıkıntılı dönemlerimde hep yanı başımda olmuştur. Mesela çocukken kabakulak olduğumda, başımda nöbet bekleyerek devamlı başımı okşayarak dua etmesi, sınavlara girerken beni yüreklendirmesi, belki de her annenin yaptığı şeylerdir. Ancak bir olay var ki, ailemizin hemen hemen tüm üyeleri devamlı anlatır dururlar. Dayım Sivas'ın Zara köyünden Nişan Zaralı'ydı. Ona babalık eden, Sabri Acun adlı bir bey vardı. Sabri dedem, Türk Müslüman, ancak eşi Meryem ninem, Ermeni asıllıydı. Ümraniye'de bir çiftlikleri vardı. Bir keresinde, ben daha 2-3 yaşındaki bir bebekken, bizimkiler, dayılarım, teyzelerim, annemle babam, Ümraniye'deki çiftliğe pikniğe gitmişler. Beni bir ara, hem güneşten korumak, hem de uyutmak için dayımın arabasının ön bölümüne yatırmışlar. Ben rahat durmamış, arabanın vitesiyle oynamışım. Bunun üzerine araba yokuş aşağı gitmeye başlamış. Annem hayatını tehlikeye atarak, giderek hızlanan arabanın camından içeriye uzanarak, yokuş aşağı giden arabanın içinden beni çıkarmayı başarmış. Kim bilir? Belki de arabanın içinde kalmış olsaydım, bugün hiç olmayabilirdim. Bir yerde hayatımı annemin cesaretine borçluyum, diyebilirim.
Daha sonra hayatınızın akışını yine bir kaza değiştirdi, değil mi?
Evet. Amerika'da geçirdiğim feci bir trafik kazası ve bu kazada en sevdiğim arkadaşım Petro Maraşoğlu'nu yitirmem, sıfırdan yeniden başladığım hayatımı Allah'a adamama vesile oldu. Akrabalarımızdan birçok kişi rahip olmama karşı çıkarken, gerek rahmetli babam, gerekse annem, Allah'a adanma arzumu saygıyla karşıladılar ve bana destek verdiler. Hayatımdaki en önemli kadın annemdir; çünkü tüm insanî duygularımın, doğruluğun ve dürüstlüğün benim hayatımdaki ilk öğretmeni odur. Rahmetli anneannem de beni çok etkilemiştir. Güçlü ve imanına sıkı sıkıya bağlı bir kadındı. Mesela, onunla birlikte, Haç bayramlarında, Balat'taki Surp Hreşdagabed Kilisesi'ne ziyaretlere gidişimi unutamam, Balat Kilisesi'nin önündeki meydanda o zaman boş bir arsa vardı, şimdilerde oraya bir okul yapılmış, eskiden orada sabaha kadar süren şenlikler düzenlenirdi. Bunlar unutulamayacak çocukluk anılarım.
Hz. Musa'nın annesi Asiye, Hz. İsa'nın annesi Meryem, Hz. Muhammed'in ilk eşi ve çocukların annesi Hatice ile kızı Fatıma, Müslüman kadınlar için rol model olan kutsal kadınlar. Hz. Meryem'in dışında Hıristiyanlığın bunlara denk mübarek kadınları var mı?
Azizeler arasında mesela Gayane adlı İtalyan bir baş rahibe var. Kendisiyle evlenmek isteyen Roma imparatorundan kaçmak için ilk önce Mısır'a, oradan Kudüs'e, Kudüs'ten de Van'a gelir ve orada inzivaya çekilir. Ve ondan sonra da kendisi çok müşfik bir baş rahibe olarak tanınır. İffet ve iman abidesi bir rol modeli olarak Ermeni Kilisesi'nin tarihinde çok önemli bir şahsiyettir.
Azizelerin karşılığı bizde de kadın evliyalar var. Sizden öğrenmek istediğim İncil'de adı geçen, daha yüksek mertebede dinî kadın motifleri?
Şefkat abidesi Meryem Ana'nın yerini hiç kimse tutamaz tabii. Onun yanı sıra, Allah'ın Ruhu'yla dolmuş olan Vaftizci Hz. Yahya'nın annesi Hz. Elizabet, tüm inanan kadınlar için mühim bir örnek. Ayrıca Ermeni Kilisesi'nin kurucusu Aziz Gregor'un dadısı ve süt annesi, azizi hayatı pahasına koruyan Kayseri-Kapadokyalı Sofia var. 301 yılında Aziz Gregor'un babasının ailesi tamamen ortadan kaldırıldı Ermeni kralı tarafından. Bu Kayserili hanım, dadılık yaptığı bebeği mutlak bir kıyımdan kaçırdı. Kayseri'ye getirdi ve ona annelik yaptı. O çocuk oradaki okullarda okuyarak büyüdü.
Meryem Ana iki dinin ortak kutsal kadın figürü. Arada çok önemli bir fark var. Hazreti Meryem'in Hıristiyanlıktaki lakabı, Theotokos yani Tanrı'nın annesi. Anlamadığım şu. Mademki İsa'yı doğuran odur. Mademki size göre İsa, Tanrı'nın oğludur, o zaman Meryem'in Tanrı'nın eşi olması gerekmez mi?
Hıristiyanlığa göre İsa Mesih, Allah'ın kelamıdır. Kelamullah olduğuna göre kendisinde ilahi bir tabiat varsa o zaman onun annesine Theotokos deniyor.
O zaman iki tane Tanrı olmuş olmuyor mu? Biri Meryem'i gebe bırakan, diğeri Meryem'in doğurduğu. Meryem de hem Tanrı'nın eşi, hem de annesi?
Yok. O anlamda değil. Bizim inancımıza göre Meryem kutsal ruhtan gebe kalmıştır. Öyle ki ondan doğan da kutsaldır.
Kutsal demek başka, doğan da Tanrı'dır demek başka değil mi?
Hıristiyan öğretisine göre, Meryem Ana'dan doğmuş olan İsa Mesih, Allah'ın oğludur. Diğer tüm dinlerin öğretilerine olduğu gibi, Hıristiyanlık'taki bu inanca da saygı duymak gerekir.
Annelerden bahsederken, yavrularına da bakalım biraz. Papalık, geçenlerde ilginç bir karara imza attı. Bildiğiniz gibi 1870 Birinci Vatikan Konsili'nden beri vaftiz edilmeden ölen bebeklerin cennetle cehennem arasındaki limbo denilen bir yere gideceklerine inanılıyordu. Artık vaftiz edilmeden ölen bebeklerin de cennete gideceğine inanılacak. Ermeni Kilisesi, Katolik Kilisesi'nin bu kararını nasıl karşılıyor?
Papalık makamının vaftiz edilmemiş bebeklerin cennete gideceğine karar vermesi daha çok onların velilerini rahatlatmaya yönelik bir düşünce. Çocuğun istenmeyen bir yerde olması hoş bir şey değil veli için. Çocukları vaftiz olmamışsa, ne olacak bu çocuğun diğer yaşamdaki hali, diye akıllarında bir soru işareti olur. Katolik Kilisesi'nin kararının Ermeni Kilisesi tarafından uygulanması söz konusu değil. Ayrıca Mesih İsa'nın bu konudaki öğretisi kesindir: "Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh'tan doğmadıkça Allah'ın melekûtuna giremez. Bedenden doğan bedendir, Ruh'tan doğan ruhtur. Sana, 'Yeniden doğmalısınız' dediğime şaşma. Yel dilediği yerde eser; sesini işitirsin, ama nereden gelip nereye gittiğini bilemezsin. Ruh'tan doğan her adam da böyledir." (Yuhanna 3: 5-8). Biz her çocuğun vaftiz olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle çocuklar ya sekiz günlükken ya da ilk yaz genelde vaftiz oluyorlar.
Peki, ya ilk sekiz günde, ya da ilk yaza girmeden vaftiz edilmeyip ölen çocuklar size göre nereye gidiyor?
Bana göre diye bir şey yok. Dinin kurallarını ben yazacak değilim. Vaftiz olmamış olan masum çocukların durumu müşfik ve merhametli Rabb'imizin takdirine kalır. Buna teolojide İlahî Ekonomi diyoruz.
Bu limbo kavramı, bizdeki Araf'a benziyor. "Araf'ta kalmak" dini jargonun dışında da çok kullanılan bir tabir Türkçede. Bazen kendinizi Türklerin ve Ermenilerin fanatikleri arasında araf'ta kalmış gibi hissettiğiniz oluyor mu?
Bu deyimin kullanılma yöntemine baktığımda, evet, bazen Türk ve Ermeni fanatikleri arasında kalma duygusunu yaşadığımızı söyleyebilirim. Bu, bana bazen iki ateş, bazen de iki sevgi arasında sıkışma duygusu gibi geliyor. İki ateş; çünkü, iki tarafın milliyetçileri de iflah olmaz bir şekilde birbirlerine ateş püskürüyorlar, dolayısıyla biz Türkiye Ermenileri de arada kalıyoruz. İki sevgi; çünkü, her iki tarafın dilini, kültürlerini, gelenek ve göreneklerini benimsiyor ve seviyoruz. Bu nedenle, hep derim ya, bu iki halkın arasında huzurun ve barışın tesisi herkesten önce Türkiye Ermenilerini sevindirir.
Müslüman topraklarda yaşayagelmek sizlere nasıl yansıyor?
Müslüman bir ülkede yaşayagelmenin başlıca yansıması dinler arasındaki hoşgörü ortamıdır. Ezan ve çan sesleri özellikle İstanbul'umuzda birbirine karışır ve mistik bir ortam yaratır. Sonuçta, ezan da çan da aynı Allah'ı yüceltmekte ve inananları duaya çağırmaktadır. Bu hoşgörü ortamını bozacak her türlü oluşumun karşısında olmalıyız. Çocukluğumu geçirdiğim mahallede Türkler, Ermeniler, Rumlar, Museviler bir arada yaşar, birlikte oynardık. Mahallede herkes kimin bayramı ne zaman çok iyi bilir, karşılıklı bayramlaşmalar olurdu. Bunun için bazen hayıflanıyorum ya zaten. Şu son yaşadığımız acı olaylara bakıyorum da, canım gibi sevdiğim ülkemi şimdilerde tanıyamaz oluyorum.
Mutafyan: Türkiye Ermenileri Meclis'te temsil edilmeli
Ermeni Patriği Mesrob 2, röportajın dünkü kısmında "İki tarafın milliyetçileri de iflah olmaz bir şekilde birbirlerine ateş püskürüyorlar, dolayısıyla biz Türkiye Ermenileri de arada kalıyoruz." tespitinde bulunmuştu. Patrik, söyleşinin bugünkü bölümünde ise Türkiye Ermenilerinin Meclis'te temsil edilmesi gerektiğini belirtiyor ve 'Ermeni vatandaşlara' siyasi partilerin ilgi göstermesini istiyor.
Patriğin dikkat çektiği bir başka konu da soykırım meselesi ile ilgili. Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin soykırım yasasını yeniden gündeme getirmesinin Türkiye-Fransa ilişkilerini zorlayacağını düşünen Mesrob 2, Fransız tarihçilerinin de katılabilecekleri, Türk ve Ermeni tarihçilerinden oluşan üç taraflı bir oluşumun Türk-Ermeni ilişkileri tarihini birlikte incelemeleri gerektiğini savunuyor.
Seçim arefesindeyiz. Türk ve Ermeni milletlerin kardeşliğinin korunması adına kimden ne beklersiniz?
Bizler burada zaten kardeşiz. Aynı suyu içiyor, aynı havayı soluyoruz. Ancak, Ermenistan ve Diaspora'yla da ilişkileri geliştirmenin zamanı geldi artık. Türkiye'ye ve Ermenistan'a karşılıklı olarak gazeteciler, gençler, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ziyaretler düzenlemeli, beşerî ilişkilerin gelişmesi sağlanmalı. Zor konulara daha sonra girilir. Önce karşılıklı güven ve anlayış tesis edilmeli. Bunu sağlamak adına, sanatsal yarışmaların düzenlenerek, karşılıklı güvenin ve anlayışın pekiştirilebileceğini düşünüyorum. Ayrıca, Türkiye Ermenilerinin TBMM'de temsil edilmesini de isterim. Romanya'da, hatta İslamî bir cumhuriyet olan İran'da bile Ermeni kökenli milletvekilleri var. Vatandaşlık, hoşgörü gibi kavramlar soyut ifadelerdir. Siyasî partilerimiz politikaya ilgi duyabilecek Ermeni vatandaşlarımıza biraz daha ilgi gösterebilirlerse daha somut bir adım atmış olurlar.
Sizce Hıristiyan ve İslam mistisizminin temas noktaları var mı?
Olmaz olur mu? Mistisizm zaten dogmayı aşmak demektir. Meselâ Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ile birçok noktada anlaşamamak mümkün mü? Bu nedenle Mevlânâ Hazretlerinin cenaze törenine birçok gayrimüslim din görevlisi katılmıştır.
Mevlânâ'da sizi etkileyen tek şey cenazesine gayrimüslimlerin katılması mı?
Hayır, kendi o sufi felsefesi, insanları ayırt etmemesi. Ve herkese 'ne olursan gel' demesi. Bu çok önemli. Özellikle bugünkü zamanda bizim ihtiyacımız olan öğreti.
'Gel' dediği yer neresi sizce?
Allah'ın kapısı. Orayı hepimiz dualarımızla aşındırmalıyız.
Mevlânâ ve İbnül Arabi İslam mistisizminin tepe noktaları. Sizin dininizde bunların muadili olarak kimler var?
Çok var. Mevlânâ Hazretleri'ne Ermeni Kilisesi'nde tekabül eden kişi Van Gölü'nün güneydoğusunda Nareg köyündeki manastırda yaşamış olan Aziz Krikor Naregatsi'dir. O da dogmayı aşmıştır. Ve büyük bir insani sevgiyle dolmuş olan büyük bir mistiktir. Van'ın çıkardığı en önemli insandır bana göre. Aziz Krikor Naregatsi de aynı Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi evrensel insandan söz ederek, "Ben herkesim" der. İnsanın duasının, Allah'ın nezdinde hoş kokulu bir günlük gibi kabul olunacağından bahseder.
Herhangi bir İslam mistiğini okudunuz mu?
Biraz Said-i Nursi okudum. Özellikle Türk ve Ermeni halklarının karşılıklı ilişkileri hakkında önemli düşünceler beyan etmiştir. Hatırlayabildiğim kadarıyla bizim bu kavimle dost olmamız gerekir. Bizim mutluluğumuz onlarla olan dostluğumuzda gibi şeyler var.
Said-i Nursi'de ilginizi çeken tek yön Ermenilerle ilgili sözleri mi?
Yani ilahiyat hakkında yazdıkları da tabii.
Geçen yıl Ramazan'da oruç tuttuğunuzu söylemiştiniz... Tecrübenizi paylaşır mısınız?
Aslında bu konunun medyaya yansımasına ben üzüldüm. Oruç gizli bir ibadettir. Hıristiyanlıkta da hemen hemen aynı anlamda tutulmaktadır. İşte bu konu gerek İslamiyet'e, gerekse Hıristiyanlığa ortak olan bir öğretidir. Ramazan ayında oruç tutmamın ardındaki başlıca düşünce şu: Ben insanların bütün bir gün oruç tuttuktan sonra gittikleri iftar sofralarında eğer ben de oruçlu olmazsam, kendimi suçluymuş gibi hissediyorum. Her şeyden önce o manevî ortamı Müslüman kardeşlerimizle paylaşabilmek güzel. Meselâ bir anımı anlatabilirim. 82. patriğimizin adı Şınorhk Kalustyan'dı, Yozgat'ın İğdeli köyündendi. Çok ruhanî bir kişiliği vardı. Aynı katta kalırdık. Sabah ezanından hemen önce gelir, kapımı tıklatır, yanı başımızdaki caminin müezzininin az sonra sabah ezanını okuyacağını anımsatırdı. "Oğlum bizim neyimiz eksik? Hadi duaya!" derdi. Bu oruç da bunun gibi bir şey işte.
Kur'an'ın sizin için anlamı ne?
Kur'an, İslamiyet'in yani, dünyada gittikçe yayılan ve birçok ortak noktalarımızın da bulunduğu bir dinin Kutsal Kitab'ı. Saygı besliyorum. Tanıdığım birçok Müslüman müminin hayatında gördüğüm Kur'an'dan dolayı yaşanan değişikliğe saygı duyuyorum.
Hz. İsa'nın Allah'ın elçisi olduğunu kabul etmenin Müslüman olmak için zorunlu olmasını nasıl karşılıyorsunuz?
Tabii önemli bir şey. Biz de Eski Ahit'teki bütün peygamberleri kabul ediyoruz.
Ama Hz. Muhammed'i kabul etmiyorsunuz değil mi?
Şahsi görüşüm olarak söyleyebilirim. Hz. Muhammed İslam âleminin peygamberi. Vahiy almış. Büyük bir medeniyetin kurucusu. Büyük saygı besliyorum.
Vahiy almış dediğinize göre Kur'an'ı da Allah'ın kelamı olarak kabul ediyorsunuz yani?
Allah'tan ilham ile, vahiy ile gelmiş herhangi bir yazıya Allah'ın kelamı diyoruz zaten.
Allah Kur'an'da İslam'ın son din olduğunu söylüyor. Ben dinimi tamamladım, diyor. Son peygamber olarak Muhammed'i seçtim, diyor. Kur'an'ı Allah kelamı kabul eden, nasıl hâlâ Hıristiyan kalabilir? Bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?
İslamiyet için Kur'an vahiy kitabıdır, kelamdır. Hıristiyanlık için ise en son peygamber Hz. İsa olduğuna göre bu durum her zaman yaşanacak.
Günah çıkartma ve affetme; Katoliklerde var, Protestanlarda yok. Sizde durum nedir? Papaların Allah adına günahları affetme yetkisi, patrikler için de geçerli mi?
Bir kişinin günahlarını sadece Allah affedebilir. Allah'ın, yürekten tövbe eden her kulunun günahını affettiğine inanıyoruz. Papanın, patriğin, rahibin veya papazın yaptığı sadece Allah'ın yürekten edilen tövbeyi kabul ettiğine dair tövbe eden şahsa güvence vermektir. Günah çıkartma diye bir şey yok. Kimse kimsenin günahını çıkartamaz.
Böyle söylüyorsunuz; ama yanılmıyorsam Yuhanna İncil'inde Hz. İsa'nın ağzından havarilere "Günahlarını affedeceğiniz kimselerin günahları affolunacaktır. Günahlarını affetmeyeceğiniz kişilerin ise günahları affolunmayacaktır." deniyor.
Ama bu her Hıristiyan için. Özel olarak rahipler için değil. Yani insanların birbirini affetmesini teşviktir. Helalleşme gibi bir şey. Mesela rabbani dua dediğiniz duada da var. Bize karşı işlenen günahları affettiğimiz gibi sen de bizim günahlarımızı affet, diyoruz Allah'a.
O halde Papalık bunu yanlış mı yorumladı?
Hayır. Bu tamamıyla yanlış algılamalarla ilgili bir şey. Rahipler Allah adına affetmiyor bir şeyi. Orada kendisi sadece bir memur görevini yapıyor. Ve Allah senin günahlarını affetti, diyor.
Nereden biliyor?
Allah'ın tövbe edildiğinde günahları affedeceğinden eminiz çünkü. Değil miyiz?
Evet Allah affedeceğini söylüyor; ama tövbe edenin dilindeki samimiyeti, kalbinin durumunu insanlar bilemez. Rahibin "Allah seni affetti" yerine "Affeder inşallah" demesi edebe daha uygun değil mi?
Siz öyle düşünüyorsanız, saygı duyarım.
Peki ya papaların asla yanılmazlığı, dolayısıyla daimi günahsızlığı? Patrikler de böyle midir?
Papaların günahsız olduklarına inanmıyorum. Her ayinden önce isteyerek veya istemeyerek işledikleri her günah için tüm rahipler gibi, patrikler de tövbe duaları okurlar.
Siz İncil'i hangi sıklıkta ve nasıl okursunuz? En çok hangi bölümü sizi etkiler?
İncil, Allah'ın Kelamı'dır. Bedenin suya ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da her gün Allah'ın Kelamı'yla beslenmeye ihtiyacı vardır. Her Hıristiyan'ın her gün İncil okuması gerekir. Bunun Ermenice olmasına da gerek yok. Artık çok şükür her lisanda İncil bulmak mümkün. İncil'de beni en çok İsa Mesih'in çarmıhın üzerindeyken, kendisine işkence ve zulüm edenler için sarf ettiği «Baba, onları bağışla. Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.» (Luka 23:34) demesi her zaman etkiler. Yani sadece birbirimizi bağışlamamızı demekle kalmayıp, en zor anında bile kendi öğrettiğini uygulamıştır.
Nicolas Sarkozy Fransa'da cumhurbaşkanı seçildi. İzleyeceği politika konusunda öngörüleriniz neler?
Nicolas Sarkozy seçim propagandasını sürdürürken, bildiğiniz gibi Türkiye'ye epey yüklendi. Ben de Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Avrupa Birliği Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Sayın Olli Rehn gibi, Sayın Sarkozy'nin Cumhurbaşkanlığı makamına oturduktan sonra durulacağını ümit ediyorum. Fransa ile ülkemiz arasında ticarî faaliyetler gayet üst düzeyde. Soykırım yasasının yeniden gündeme getirilmesi bu ilişkileri zorlayacaktır. Aslında Fransız tarihçilerinin de katılabilecekleri, Türk ve Ermeni tarihçilerinden oluşan üç taraflı bir oluşumun Türk-Ermeni ilişkileri tarihini birlikte incelemeleri çok iyi olurdu. Bildiğiniz gibi, Sayın Başbakanımız, bu öneriyi daha önce getirmiş; ancak Ermeni asıllı tarihçiler bu öneriye imtina ile yaklaşmışlardı. Halbuki, 5. yüzyıldan bu yana süregelen Türk-Ermeni ilişkileri tarihinde çok olumlu ve iftihar edilecek olaylar da vardır. İttihat ve Terakki Hükümeti döneminde çok acı olayların yaşanmış olduğu bir gerçek; ancak dediğim gibi, 5. yüzyıldan bu yana tüm tarihi de o acı olayların gölgesine terk etmenin Türk ve Ermeni halklarının ilişkileri ve dostluğu adına bir o kadar yanlış olacağını düşünüyorum.
Şenay Akay: Herkeste olmayana
Herkeste olmayana sahibim, ama herkeste olan da bende yok!
Türkiye’nin en güzel kadınlarından biri.
14 yaşından beri mankenlik yapıyor. Evlendi, ayrıldı. Kendini evine kapattı, işine verdi. Bir kez daha aşkın peşinden gitti yine olmadı… Şimdi defliden defileye koşuyor, para biriktiriyor; hayalini gerçekleştirip üniversiteye gitmek istiyor ve aşktan şiddetle korkuyor, kaçıyor
İncecik ve düzgün bir vücuda, upuzun bacaklara, güzel bir yüze sahip; yani pek çok genç kızın yerinde olmak istediği, Türkiye’nin en iyi ve en çok para kazanan mankenlerinden Şenay Akay. Ama o diyor ki; “Birçoğunuzun sahip olamadığı şeye sahibim ama çoğunuzun sahip olduğu şeye sahip değilim.”
Yani bir lise diplomasına…
“Bu yüzden genç kızlara önerim mutlaka ve mutlaka okumaları. Diplomanızın olmaması aptal veya cahil olduğunuzu göstermez, kendinizi geliştirmek istemediğinizi de. Ama bir gün karşınıza öyle bir yerde öyle bir şey çıkar ki, gurur ve haysiyet sahibi biriyseniz bunun eksikliğini ağır bir biçimde yaşarsınız.”
27 yaşında Şenay Akay. Hayatını geriye doğru yaşıyor. “İnsanlar önce okullarını okur, iş hayatına atılıp, kariyer yapar, sonra da evlenirler. Benimse karışık bir sıram var.”
14 yaşında mankenliğe başlamış. Kariyer basamaklarını hızlı çıkmış. Dünyanın en iyi modeli seçildikten sonra evlenmiş uzun süre birlikte olduğu erkekle. Bütün bunları yaparken liseyi bitirip, diploma almayı ihmal etmiş. Bu yüzden öğrenciliği devam ediyor. Önümüzdeki ay diplomasını alacak. Sonra da üniversiteye gidecek. Seneye. Her şeyin zamanı var. Bugün para kazanması lazım; okurken kendini geçindirecek parayı. Bakmayın bir televizyon programında ‘avukatlık’ yaptığına, esas isteği edebiyat veya psikoloji okumak. Avukatlığı hiç düşünmüyor. Savunulan kişiler ünlüler olunca iş daha da zor ona göre. Programda ünlülerin özel hayatı didikleniyor, yorum yapılıyor. Peki, Şenay’ın özel hayatı? Bildiğimiz kadarıyla hayatında biri yok. Çünkü; “Korkuyorum artık!” diyor, “Aşk çok korkutucu geliyor bana...”
Yaşadıklarından mı? Ortamdan mı? Ünlü olmaktan mı?
Her şey var aslında. Tabii böyle söyleyince mutsuz, bedbaht, hayata olumsuz bakan, kimseye güvenmeyen biri olduğum düşünülmesin. Eskiye nazaran kendimi koruma altına almış durumdayım. Bir ilişkim yok. Bir süre de olmasını düşünmüyorum.
Bu işler belli olmaz!
Tabii ama mümkün olduğu kadar kendimi koruyup, kendime dönük yaşamanın benim için daha iyi olacağını düşünüyorum.
Niye korkuyorsun aşktan?
Hiçbir ilişkimden pişmanlık duymadım. Yürümediyse benim de payım vardı mutlaka. Tek tarafta hata olmaz. Kişilerden, yaşananlardan dolayı değil, ilişki esnasında kendimi fazla üzdüğüm için pişmanlıklarım oldu. Benim değer verdiğim kadar değer görülmediğimi hissettiğim için.
Çok verici oldun, fedakarlık yaptın da aynısını göremedin mi?
Fedakarlık değil aslında bazen ünlü olduğunuzdan dolayı, bazen evlenmiş ayrılmış olmanızdan dolayı olumsuz şeylere maruz kalıyor ve haksız bir yenilgiye uğrayabiliyorsunuz. Açık konuşmak gerekirse ben evlenip ayrıldıktan sonra yaşadığım ilişkimde evlenip ayrılmanın ve model olmanın zorluğunu yaşadım.
Karşı taraf bunu sorun mu yapıyor?
Maalesef öyle bir şey yansıtılıyor. Ailelerden de kaynaklanıyor. Tabii hiç kimse evladının kötülüğünü istemez. Benim de oğlum olsa mutlu olması için uğraşırım. Onların da kendilerine göre haklı sebepleri vardır ama elinizde olmayan sebeplerden dolayı haksız yenilgiye uğramak sizi üzüyor.
Yani diyorsun ki ünlü olmak iyi bir şey değil!
Her zaman iyi bir şey değil. Türkiye’de çoğu zaman yargısız infaz ediliyorsunuz. Çok büyük boyutlarda yaşamadım ama aşırı duygusal olduğum için karşılaştığım sorunlar oldu. Herkesin bildiği şeyler. Saklamanın alemi yok.
Evliliğin, ilişkin bu yüzden mi bitti?
Evlilik farklı bir şey. Aynı evde yaşamaya, uzun yıllar birlikte olmaya benzemiyor. Bir anda gelin oluyorsunuz ve beraber olduğunuz kişinin tüm ailesini, sülalesini temsil etmek durumunda kalıyorsunuz. Attığınız, atacağınız her adım sorun olabiliyor. Beraber olduğum insanların ailelerinden saygısızlık görmedim, çok zarif ve değerli insanlardı ama anne-baba olmanın korumacılığı oluyor.
Bir şekilde hissediyorsun…
Kesinlikle ama benim mutlu olduğum şey içimin rahat olması. Eğer bildiğim ya da bilmediğim bir konuda suçlandıysam, yarın ben değil, beni suçlayanlar vicdan azabı çekecek.
İLK AŞK 14’ÜNDE
14 yaşında tanışmış aşkla. Ne kadar aşk denirse o yaşta artık. Daha gerçeğini yaşadığında ise 16 yaşındaymış. 2 sene sürmüş o an için büyük sandıkları aşk. Evlenme hayali kurarken delikanlı askere gitmiş. Gidiş o gidiş. Askerde aldatmış Şenay’ı. 18 yaşındayken de, evlendiği eşiyle tanışmış aşık olmuş veya olduğunu sanmış… Evlendiği içinse pişman değil. Yaşadıklarının ona kattığı pek çok şey var. Evlendiği zaman mankenliği bırakmak istemiş. Böylesinin doğru olduğuna düşünmüş hâlâ aynı görüşte. Gündemde olmamak gerekli evliliğin yürümesi için. Eşi “Benim için sorun yok” dediği için mankenliği sürdürmüş. İyi ki sürdürmüş.
Boşanmaya gelince, verdiği en doğru karar. Üzülmüş, ağlamış, zor günler geçirmiş ama aşk acısı değilmiş yaşadıkları, hakkında çıkan olumsuz ve yanlış haberlere üzülmüş. Kısacası pişmanlıkları yok biri hariç. O da o meşhur transparan elbise hadisesi. “Keşke giymeseydim” diyor. O günü hatırlamak istemiyor. O elbisenin artılardan çok eksiler kattığını düşünüyor hayatına.
“Bir tane yanlış 100 doğruyu götürüyor. Magazin dünyasında hata yapmak gibi bir lüksünüz yok. Ama kimse silah zoruyla yaptırmıyor, gülü seven dikenine katlanır” diyecek kadar da olgun. Şimdi olduğu gibi o dönem de kendini yeni ilişkilere kapatıyor. Sonra biraz tesadüf, biraz da planlı bir âşık çıkıyor karşısına. Efendi olması, eğitimli olması ilgisini çekiyor. Sonrası yine ayrılık.
“Seninle çıkmış olmak için çıktım ama sonra bu ilişkiye çok değer verdim” diyor sevgili. Diyor ama “Evlenmeyi düşünmediğini, sevgilisinin daha iyilerine layık olduğunu, ona çok değer verdiğini” söyleyerek gidiyor. Karşı tarafın evlilik talebi olmadığı halde! Hiçbir şey sormuyor Şenay da. Çok üzülüyor ancak yapacağı bir şey yok. Bitmişse bitmiştir ilişki. Tek taraflı, zorla olacak bir şey değildir ki ilişki…
--------------------------------------------------------------------------------
“Aldatacaksa aldatsın; ilişki bir an önce bitsin!”
“BİRİNDEN hoşlanıyorsunuz, âşık olmak olarak değerlendiriyorsunuz. Akıllı mıdır, oturup kalkmasını bilir mi, efendi midir bakmıyorsunuz. Şu anda aşkla ilgili düşüncelerim çok farklı. 35 yaşına geldiğimde daha farklı olacak. Şu andaki düşünceme göre, insanlar önce birbirlerini sevseler, sonra âşık olsalar daha kalıcı olur gibime geliyor” diyor Şenay Akay.
Aslına bakarsanız Şenay Akay erkeklerin arayıp da bulamadığı türden biri. Erkeği sıkmıyor, hesap sormuyor, kavga etmeyi sevmiyor, kıskançlık gösterisinde bulunmuyor…
Bu da fazla geliyor herhalde erkeklere. Rahatsız ediyor bu sakinliği, kendine güveni.
“Aldatacaksa aldatsın, bir an önce bitsin ilişki, zorlamanın bir anlamı yok gibi geliyor bana. Beyninden geçiriyorsa eğer, o gün yapmazsa bugün yapar. Düzelecek diye gençlik döneminde çok bekledim, olmadı.”
Şimdilik mutlu. Bir sevgilinin eksikliğini duymuyor. Belki de onu derinden sarsacak bir aşkı bekliyor. Onu gerçekten sevecek, sahiplenecek, sokakta çırılçıplak kaldığında üstünü örtecek, asla yalan söylemeyecek bir erkek…
Ali Kırca: Babam Menderes'i
'Babam Menderes'i taparcasına severdi'
27 Mayıs 1960'da beşinci sınıf öğrencisi olan Ali Kırca, Menderes'in acıklı Yassıada fotoğraflarını kesip, saklıyor, dosyalıyordu. 20 yaşına geldiğinde ise Ordu mensubu genç bir subay olarak gece yarısı gizlice bir spor salonunda bir bildiri kaleme alacak, oda hapsinde tutulacak, 1971 muhtırası döneminde de idamla yargılanacaktı..
- Muhtemelen çocuktunuz ama 27 Mayıs 1960'la ilgili anılarınızı anlatır mısınız?
- Aslında benim 27 Mayıs'a ilişkin anılarım, 28 Nisan'dan başlar. Benim babam Menderes'i taparcasına severdi. Menderes'e toz kondurmazdı. Öyle yaşadı, öyle de öldü. Fakat ağabeyim de İstanbul Üniversitesi'nde öğrenci. Ve 28 Nisan Olayları'na katılmıştı. Menderes, 28 Nisan olayları üzerine üniversiteleri tatil etti ve taşrada yaşayan öğrencileri memleketlerine gönderdi. Üniversiteler ve İstanbul boşaltıldı.
- Ve Menderes'e karşı düzenlenmiş gösterilere katılan ağabey eve geldi...
- Ve ben, bizim evde babamın sesinin, ki çok munis, çok hoşgörülü bir insandır, yükseldiğini hiç görmemiştim, ilk defa bu kadar öfkeli olduğunu gördüm. Evde çok sert tartışmaların yaşandığını hatırlıyorum. Taparcasına sevdiği Menderes'e karşı kendi oğlunun bu gösterilere katılmış olması onu çok üzdü.
- Kızgınlık mı, üzüntü müydü?
- Kızgınlıktan önce üzüntüydü. Böylece ben ilk defa baba-oğul ya da işte kardeş kavgası denir ya, bunun içerisine siyasetin girebileceğini o gün, çocuk gözlerimle gördüm.
- Hep kırgın mı kaldılar?
- Hayır, sonra geçti bunlar. Ama o günlerde çok sert yaşandı.
- Siz o sırada kaçıncı sınıftaydınız?
- İlkokulu bitirmek üzereydim. Okul bitirme sınavları vardı, onlara giriyordum. Ağabeyim de tıp fakültesinde okuyordu.
- O bir ay başka neler yaşandı?
- Tanık olduğum değişimler oldu; insanların ve toplulukların bir anda nereden nereye gelebileceğini gösteren değişimler. Akşehir'de yaşıyorduk, evimiz İstasyon Caddesi'nin üzerindeydi. İstasyon Caddesi dediğimiz, Akşehir'in ana bulvarı. Ama bulvar bir ilçe, küçük bir şehrin bulvarı. Biz birinci katta oturuyoruz, önümüzden otobüsler geçtiği zaman elinizi uzatsanız otobüse dokunabilirsiniz. 27 Mayıs'tan kısa bir süre önce, belki birkaç ay, Adnan Menderes Akşehir'e gelmişti. Bölgeyi ziyaret ederken bizim evin önünden de geçti. Ben de penceremden Menderes'i karşılayan kalabalıkları izledim. Menderes coşkulu, çok sevgi dolu kalabalıkların arasından, önümden geçti gitti. Babam meydandaydı. 11-12 yaşlarında bir çocuk olarak bu kalabalık beni çok heyecanlandırmıştı.
- Sonra 27 Mayıs olunca?
- O sabah aynı caddeden bu kez Menderes'e karşı, 27 Mayıs yanlısı kalabalıklar akıp geçti. Bir süre önce Menderes'in halka seslendiği meydanda, bu kez 27 Mayıs için bir miting düzenlendi. Ben o zamanlar bizim ilkokulun ankormeniydim.
- Nasıl?
- Yani bayramlarda, seyranlarda kürsüye çıkıp şiir okuyan, nutuklar atması için seçilmiş çocuktum. 27 Mayıs için düzenlenen o mitingde, beni de bir şiir okumam için görevlendirdiler. Behçet Kemal Çağlar'ın 'Oy Atatürk oy, getir dudaklarını bir bir alnımıza koy' (Nöbetçi Millet) şiirini okumam için. Zaten okulda özel günlerde hep okuduğum bir şiirdi. Hazırlandım okumaya. Fakat kürsünün etrafı o kadar kalabalık ve herkes nutuk çekmeye o kadar meraklıydı ki, orada 12 yaşındaki bir çocuğun hazırlığını ve heyecanını kimse anlayamadı. Öğretmenlerim çabaladı filan, ama o kalabalık beni kürsüye çıkarmadı. Herkes çıkıp bir şeyler söylüyordu, bağırarak. Buna çok hüzünlendim, kürsünün altında ağladım ve ağlayarak eve döndüm. İçimde ukde olarak kalmıştır o.
- 27 Mayıs ile ilgili hatırladıklarınız arasında başka neler var?
- Akşehir küçük, İstanbul'a uzak bir yer. O günlerde, bir gün sonra gelirdi gazeteler şehre. 1963'lerde ilk defa akşam üzerleri gazeteler gelmeye, 'günlük gazete' diye satılmaya başlandı. Bu deyim, bugünkü kuşaklar için çok anlamsız gelebilir tabii. Benim ortaokuldan bir sınıf arkadaşım, ailesine yardım olsun diye "Günlük gazete geldi!!!" diye gazete satardı akşamları. Galiba benim gazetecilik mesleğine ilgi duyacağımın ilk işaretleri o günlerin de öncesine, 27 Mayıs günlerine rastlıyor.
- Darbe günlerinde de gazeteler bir gün sonra gelmeye devam etti mi?
- Öyle. Ben özellikle Hürriyet gazetesini gayet iyi hatırlıyorum, Yassıada'dan çıkarılmasına izin verilen resimleri gazetelere dağıtıyorlardı, Hürriyet de bunları büyük büyük basıyordu. Bir başbakanın oradaki görüntüsü önemliydi tabii. Mesela ilk defa Yassıada'daki berberde Menderes tıraş olurkenki resmini vermişlerdi gazetelere, Hürriyet tam sayfa bastı onu. Ya da belki çok büyük, benim hayalimde tam sayfa olarak kalmıştır.
- Neydi sizin verdiğiniz ilk gazetecilik işaretleri?
- Ben şöyle bir şey yaptım o dönem... Bütün o Menderes'le ilgili Yassıada resimlerinin hepsini, gazeteden kestim. Sakladım ve dosyaladım! 1980'lere kadar kaldı onlar. Sonrasında bir kazaya uğradı. Adnan Menderes'in fotoğraflarını kestiğim günlerde, bir de Cemal Gürsel fotoğrafı görmüştüm. Bana çok sevimli, tonton gelmişti. Bir tarafta Yassıada, diğer tarafta tonton Cemal Gürsel... Cemal Gürsel'in suluboya resmini yaptım bir dosya kâğıdına. Bir de yıllar geçti aradan, ben Harp Okulu'nda okurken bizi Yassıada'ya geziye götürdüler. Ben o Menderes'in saçını kesen berberi gidip elimle koymuş gibi buldum.
- Tam olarak neydi sizi etkileyen?
- Meraktı. Evimizde yaşanan çelişkiler, babamın Menderes'e olan hayranlığın ötesindeki bağlılığı beni etkiledi. Belki bunlar her ailede konuşuluyordu ama bizim ailede biraz fazla konuşuluyordu. İkili bir çelişki olarak da yaşanıyordu bu.
- Okulda neler yapıyordunuz?
- Okulda özel seanslar düzenleyerek Yassıada filmlerini seyretmiştik. Ya da belki hayalim, beni yanıltıyor olabilir, sinemaya götürülmüş de olabiliriz. Ama okul halinde bize Düşükler Yassıada'da filmini seyrettirdiklerini biliyorum.
- Televizyon yoktu ama radyo dinler miydiniz siz de babanızla birlikte?
- Yassıada duruşmaları... Kulaklarımızda Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol'un sesi ve çocuk zihnime kazınan cümleleri: 'Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerini aldılar, müdafiler hazır, açık olarak duruşmaya devam olundu...' Bu cümleleri 12-13 yaşımdan beri aynen hatırlıyorum. Her zaman kelime şaşmadan tekrarlayabilirim.
- 27 Mayıs anılarınızın noktalanışı nasıl oldu sizin için?
- Bir öğle üzeri yer sofrasında toplanmışken, yakın akrabalarımızdan birinin kapıyı açtığını ve "Menderes idam edildi," dediğini hatırlıyorum. Babam odadan çıktı. Çok üzülmüştü ağladı. Öyle noktalandı 27 Mayıs anıları.
* 27 Nisan 1960 - Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde "Bir kısım Basın ve Siyasi Partiler Hakkında" gerekli tahkikatı yapmak ve bunlarla ilgili tedbirlerin alınmasına öncülük etmek düşüncesi ile bir 'Tahkikat Komisyonu'nun kurulması, Demokrat Parti (DP) hükümetiyle muhalifler arasındaki gerginliği tırmandırdı.
* 28 Nisan 1960 - İstanbul Üniversitesi'nde Tahkikat Komisyonu'nu protesto eden öğrencilerle polis arasında çıkan çatışmada, Turan Emeksiz adlı öğrenci hayatını kaybetti. Aynı gün DP hükümeti Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan etti.
* 5 Mayıs 1960 - Demokrat Partililer hükümete destek için eylem yaptı, Ankara Kızılay'da aynı yerdeki muhalif eylem ise tarihe 555K (beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay'da) olarak geçti.
* 16 Mayıs 1960 - Milli Eğitim Bakanlığı 19 Mayıs gösterilerini yasakladığını açıkladı. Sonraları Bülent Ecevit bir makalesinde, 19 Mayıs gösterilerinin yasaklanması kararının askerlerle DP hükümeti arasındaki ipleri koparan karar olduğunu yazacaktı. Aynı gün Akşam gazetesi, sıkıyönetim kararlarına uymadığı gerekçesiyle 20 gün süreyle kapatıldı.
* 22 Mayıs 1960 - Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı.
* 27 Mayıs 1960 - Saat 03.52'de Albay Alparslan Türkeş'in radyodan yaptığı açıklamayla Türk Silahlı Kuvvetler'in yönetime el koyduğu ve yönetimi Milli Birlik Komitesi'nin üstlendiği belirtildi. Başkanlığını Cemal Gürsel'in üstlendiği komitenin ilk icraatı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ve hükümeti feshederek her türlü siyasi faaliyeti yasaklamak oldu.
* 28 Mayıs 1960 - Başbakan Adnan Menderes, Kütahya gezisi dönüşünde tutuklandı.
* 29 Mayıs 1960 - Gözaltına alınan İçişleri Bakanı Namık Gedik intihar etti, gözaltına alınan 150 kişi yargılanmak üzere Yassıada'ya götürüldü.
* 24 Eylül 1960 - Yüksek Adalet Divanı kuruldu. Celal Bayar intihara kalkıştı. Divan, 14 Ekim'de Yassıada'da çalışmalarına başladı. Divan'ın açtığı ilk dava Afgan Kralı'nın Celal Bayar'a hediye ettiği köpeğin hayvanat bahçesine satışına ilişkindi. Sanıklar hakkında, aralarında 6-7 Eylül olayları dahil 17 dava açıldı. Yargılanmalar eylül 1961'de sonuçlandı.
* Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un da aralarında olduğu 592 sanıktan 228'i hakkında idam cezası istendi.
* 16 ay Yassıada'da kalan Adnan Menderes aleyhine açılan altı davadan biri beraat ile sonuçlandı. Divan, 15 sanığın idamına karar verdi. Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun infazı 16 Eylül 1961'de, Adnan Menderes'inki ise 17 Eylül günü gerçekleştirildi. Sanıklardan Celal Bayar'ın idam kararı 'yaş haddi'nden dolayı iptal edilirken, diğer sanıkların kararı ise ömür boyu hapis cezasına çevrildi.
* Beşi general, sekizi albay, yedisi yarbay, 10'u binbaşı ve sekizi yüzbaşı olan Milli Birlik Komitesi, 25 Ekim 1961'e kadar görevini devam ettirdi. Komite içerisinde çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle tarihe '14'ler' olarak geçen muhalifler, yurtdışına elçilik görevine gönderildi.
Kim bu Akın İpek?
Koza Davetiye, Bugün Gazetesi ve Bergama altın madeninin sahibi Akın İpek ilk kez konuştu.
Koza Davetiye, Bugün Gazetesi ve Bergama altın madeninin sahibi Akın İpek, iş hayatı ile ilgili ilk kez konuştu. 2003 yılından sonraki yükselişinin AKP'yi desteklemesi ile ilgisi olmadığının altını çizen İpek, istikrarın destekçisi olduğunu belirtti. İpek, Bergama altın madenindeki sorunu 6 ayda çözdüğünü söyleyip “Sorun yabancı şirketteydi. Bölgeye Afrika muamelesi yapmışlar ve herkesi karşılarına almışlar” dedi
2003 yılına kadar Koza Davetiye olarak bilinen şirket şimdi bambaşka bir yerde. AKP'nin iktidar hikayesi başladığında, sizin de yükseliş hikayeniz mi başlıyor?
Hemen söyleyeyim, AK Parti'yle bugüne kadar organik hiçbir ilişkimiz olmadı. Ben Başbakan'ı hayatımda 2 defa gördüm. Abdullah Gül'ü 1 defa gördüm. Deniz Baykal'ı da 1 defa gördüm. Parti binalarının hiçbirinin içine girmedim, bilmiyorum. Meclis'i de bilmem. Benim bugüne kadar hiçbir partiyle bir bağlantım olmadı. Şu ana kadar devletten aldığım tek bir iş, tek bir ihale yoktur. 4 yıl İngiltere'de okudum. Babam öldü. Bankalara borçlar var. Bir kısmını kapattık. Ardından bu şirketi halka açalım, dedik. Bizim borcumuz var ama bu şirket kâr eden bir şirket diyelim, 2003'de halka açtık. Borcumuzu kapattık. Ondan sonra şirketin durumu düzeldi. Sonra öyle bir noktaya geldik ki buradan Kayseri'ye gönderir gibi Teksas'a davetiye gönderiyoruz. Başarılı olduk.
İstikrarı destekliyorum
AKP'yle organik ilişkiniz yok ama AKP'yi destekliyor musunuz?
Ben siyasi istikrarı destekliyorum. Ben çalışarak para kazanan bir insanım. Bu ülkede benim bir gecede tüm borçlarım 2 katına çıktı. Varlığım yarı yarıya düştü. Şimdi AK Parti, sevin ya da sevmeyin bu işi geçmiş iktidarlardan daha iyi yapmadı mı? Elimi vicdanıma koyuyorum. Yine söylüyorum, AK Parti'yle hiçbir ilişkim yok. Ama ben istikrarı destekliyorum.
Davetiyecilikten madenciliğe geçiş nasıl oldu?
Bir gün ben İstanbul'a gidiyorum. Telefonum çaldı. Bizim mali müşavirimiz aradı. Aynı zamanda Sabahattin Bey'in (Yıldız) de mali müşaviriymiş. Beni ihalenin kapısından arıyor. 'Biz, Eti Gümüş ihalesine giriyoruz. Bu çok kârlı bir iş. Bizim bir desteğe ihtiyacımız var. Sizi mutlaka ortak almak istiyoruz' dedi. Bir kaç kez konuştuk. O gün beni en son aradığında '41.2 milyon dolara aldık. Hayırlı olsun' dedi. Ben böyle bir parayı hiç görmemiştim. Bu paranın yarısı peşin ödenecek. Kalanı vadeyle. Ama yarısının peşin ödenmesi için bankadan kredi kullanılacak. 20 milyon doların yarısını kredi kullansa bile, bu 10 milyon doları kim kredi verecek? Biz tüm varımızı yoğumuzu ortaya koyduk. Biraz nakit de koyduk. Ucu ucuna birleştirdik ve orayı aldık.
Ardından gelen Bergama Altın madeninde yabancı şirketin aşamadığı sorunları 6 ayda nasıl aştınız?
O tarihte Bergama'daki maden kapatıldı. Kapatıldığına göre Eurogold- Newmont buradan çıkacak. İnceledim. Hukuk ve çevre konularında tez yazdım diyebilirim. Buranın açılacağını anladım. Newmont burayı satmak için başka bir şirketle anlaşmıştı. Ama maden kapatıldığı için bu adamlar sözlerini yerine getirip, parayı ödemiyorlar. Biz o sırada Eti Gümüş'ten ayrıldık. Hisse değerimizi alır almaz, Newmont'u aradım. Bana, 'niyetiniz ciddiyse 2 milyon doları hesaba yatırın, konuşalım' dediler. Elimdeki tek para buydu, gönderdim. İyi bir anlaşma yaptık.
Sonra tüm köydeki vatandaşları, komşularımızı topladık. 2 bin kişinin yaşadığı bir yeriz. Onlara gerçeği anlattım. Bu orada yaratılan büyük direnişi kırdı.
Anlattığınız gerçek neydi?
Burada hiçbir şekilde insan sağlığı ve çevre sorunu olmayacak. Ben şunu söyledim: 3 yıl inceleme yapıldı. Bununla ilgili raporlar yazan, mesleğinin zirvesindeki onlarca hocaya, inanmadıkları herhangi bir şeye tek bir imza koydurabilir misiniz? TÜBİTAK'ın raporu var. Yabancılar ilk geldiklerinde, bölge insanını incitmişler. Afrika gibi görmüşler. Belediye Başkanı bir şey söylediği zaman dikkate almamışlar.
Ama şimdi bizim köylülerimizle aramız çok iyi. Azami derecede iyi.
Altını halen siyanürle mi çıkarıyorsunuz?
Siyanür, Türkiye'de kullanılan 4 bin kimyasaldan bir tanesi. Türkiye'de her yıl 360 bin ton siyanür tüketiliyor. Bizim kullandığımız yılda 100 ton. Üstelik biz kullandıktan sonra, kontrolsüz şekilde bırakmıyor, siyanürü tekrar bileşenlerine ayırıyoruz. Bu madde günlük hayatımızın içinde aklınıza gelen heryerde kullanılıyor. Fotoğraftan, ilaç sanayine kadar... Kuyumcular altını nasıl işliyor? Herkes ithal ediyor. Bakın bizim hava, su, toz vb. günlük ölçümlerimiz var. Bizim tesisimizin çevresinde ölçülen oranlar, devletin izin verdiği normal miktarından bile kat kat daha az. Atık barajında işlemden geçiriyoruz. Temizlenmiş suyla, bir göl yarattık. Bu gölde çiçekler, çimler, nilüferler var. Balıklar yaşıyor. Kuşlar geliyor. O gölde girip yüzdük. Biz madenimizi kamuya da açtık. Herkes gelsin görsün diye. Okul gezileri yapılıyor. Son 10 ay içinde 4 bin kişi gezmiş tesisimizi. Vatandaşları, turistleri gezdiriyoruz . İnsanlar merak ediyorlar, altın madenini. Resim çektiriyorlar. Altınların içinde.
Şimdi siz soruyorsunuz, neden bu kadar ısrar ettiniz diye. Geçtiğimiz yıllarda Newmont'un patronu Türkiye'ye geldi. Benimle görüşmek istedi. Yani bu şirket öyle bir şirket ki milyar dolarlık kârları var. Başkanı kendine jet almış, kendine özel Ferrari sipariş ediyor. İnsanın çok parası olunca böyle oluyor herhalde. Bana dedi ki: 'Hiçbir işle insan, bir günde dünyanın en zengini olamaz. Ama diyelim Afrika'da bir yerde bir sondaj yapıyorsun. O sondaj bir saat içinde seni dünyanın en zengini yapabilir'. Altın madenciliği işte böyle bir iş.
Fethullah Gülen radikal islamın önünde engeldir
İddia edildiği gibi Fethullah Gülen'in 2 numaralı adamı mısınız?
Bakın ben doğru bildiğimi hep söyledim, şimdi de söylemeye devam edeceğim. Ben Fethullah Gülen Hocaefendi'yi yıllar öncesinden tanırım. Benim bildiğim Fethullah Gülen Hocaefendi devletine, milletine, ülkesine bütün kalbiyle bağlı, bayrağına aşık bir insandır. Yurtdışındaki okullarda hep genç hanımlar, genç adamlar memleket aşkıyla hizmet etmeye çalışıyorlar. Oradaki çocukların hepsi Türkiye sevgisiyle yetişiyor. Bunu inkar edebilir miyiz? Şimdi Fethullah Gülen Hocaefendiyi benim tanıdığım yıllar. Bildiğim gördüğüm bu güzel faaliyetleri tabii ki destekliyorum. Hayatını kıvrıla kıvrıla yaşayan biri değilim. Evet Fethullah Gülen Hocaefendi doğrusunu söylüyor.
Ne zaman tanıştınız?
Babam ölmeden önceydi. Bir arkadaşım sayesinde tanıştım. O yıllarda rahmetli Bülent Ecevit, Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, hepsi destek veriyorlar. Demirel, üstün hizmet nişanı taktı Hocaefendi'ye. Dün, el pençe divan durup röportaj yapmaya çalışanlar, şimdi ağza almayacak şeyler söylüyorlar. Hocaefendiyle ilgili bu güne kadar eğer bir olumsuzluk vardıysa, ki hakkında davalar açıldı ve hepsinden beraat etti. O zaman ortaya bir hukuksuzluk çıkardı. Böyle birşey de yok. Hâlâ bir insanın üzerine bu kadar gidilir mi? Kendi şahsi hayatından memlekete hizmet etmek için vazgeçmiş mazlum, mahsun bir insan. Bence bu konuda büyük haksızlık yapılıyor. Benim bu okullarda, hiçbir görevim yok, ama vaktim olsaydı da seve seve gider görev yapardım. Bence Hocaefendi bu ülkedeki radikal İslamın da önündeki en büyük engellerden bir tanesidir. Hocaefendi kendini sıradan bir dindar olarak görüyor. O kendi düşüncelerini söylüyor. Bana göre doğrusunu da söylüyor.
Beni dünyadan kopmuş cübbeli biri görüyorlar
Akın İpek, ailesini anlatırken, “Ben çok şanslı biriyim. Dünyanın en güzel hanımıyla evlendim” diyerek eşinin fotoğrafını çıkardı. Fotoğraflara bakarken de, önce kendi kendine güldü, ardından anlatmaya başladı: “Geçen gün çok ilginç bir şey oldu. Biri, arkadaşıma 'Akın Bey'i yanında sarışın bir hanımla gördük' demiş. Tanıdığım da 'yahu eşi' diye yanıt vermiş. 'Ama sarışın ve modern bir hanımdı' demiş öbürü. Bu insanlar bizi ne zannediyorlar ya. Benim eşim, benim hayatım bu. Ben bugüne kadar konuşmayınca herkes konuştu. Kantarın topuzu artık iyice kaçtı. İnançlı bir insanım, eşim de inançlıdır. Alkolü, yaklaşık 11 yıl önce inançlarım nedeniyle bıraktım. Ama modern bir aileyiz biz. İyi bir eğitim gördük. Ama sanki beni dünyadan kopmuş cübbeli, sakallı bir adam gibi görüyorlar.”
'Medyaya girmekle yanılmışım'
Bugün Gazetesi'nin sahibi Akın İpek, Bugün Gazetesi'ni alarak adım attğı medya sektöründeki 1.5 yılını ''Hayatım törpülendi'' diye özetliyor. İpek, ''Bulunduğumuz yerden memnun değiliz. Ya büyüyeceğiz. Ya küçüleceğiz''
Yükseliş öykünüzün önemli bir yerinde birden medya patronu olmaya karar veriyorsunuz? Neden?
Medya benim çok istediğim ama planlamadığım bir şeydi. Birgün çok yakın bir arkadaşım beni İstanbul'a çağırdı. Gittim. O akşam Nazlı Hanım'la (Nazlı Ilıcak) tanıştık. Nazlı Hanım, gazeteyle ilgili, “Böyle bir şey var” dedi. Mehmet Ali Bey'le tanıştık. Turgay Ciner'le ortaklıkları vardı. Sonra 1 hafta içerisinde el sıkıştık. Ben o zaman bunu bir fırsat olarak algıladım. Ben tam gazeteyi aldığım sırada bir yerde Zafer Bey'le (Zafer Mutlu) karşılaştık. Bana ilk söylediği “Allah kolaylık versin” lafı oldu. Ben o zaman anlamamıştım. Sonra anladım. Herhalde son yıllardaki başarılardan sonra, kendinize olan güveniniz öyle bir noktaya gelince, şımarıklık oluşuyor. Ben de medyada kısa sürede çok büyük başarı elde ederim sandım. Zor olduğunu biliyordum ama bu kadar zor olduğunu tahmin edemedim.
Hayatımı törpüledi
Bir buçuk yılda hayatımı törpüledi. Birincisi okurun gazete alışkanlığını değiştirmekten daha zor birşey yok. İkincisi düşünün yıllardan beri hergün binlerce aydın entelektüel sermaye gücünü de arkasına alarak her gün bugün yeni ne yapmalıyız diye başlıyor ve sürekli çalışıyor. Denenmemiş hiçbirşey kalmamış. Gazetede bir sayfanın maliyeti 0.10 kuruş. Şimdi okuyucu Bugün'ü 15 kuruştan alıyordu. 25 kuruşa çıkardım. Orada tiraj etkilenmedi. Ama 30 kuruş yaptım işte o anda bir anda baş aşağı düştü. İşletmenin ana kuralıdır. Girdilerin maliyeti mutlaka sattığından aşağı olacak. Ama yani şimdi şaka gibi bir şey, gazeteler satıştan para kazanmıyor, reklamdan kazanıyor. Ben de reklam grubuna ulaşamıyorum. Bana reklam verecek adamın hedef kitlesi beni almıyor.
Bedavaya devam
Sonra bunu aşmak için mi gazeteyi bedava dağıtmaya başladınız?
Bakın bu çok önemli. Avrupa'da basılan gazetelerin yüzde 45'i bedava dağıtılıyor. Çünkü gazete, reklam pazarlama aracı. Televizyonlara para ödemiyoruz. Çünkü burada işin ticari yönü okuyucuyla değil reklam verenle. Bizim AB okur grubuna ulaşmamız gerek. Biz kestirmeden gitmeye karar verdik. Girdik havaalanlarına. Pırıl pırıl gençlerden ekipler kurduk. Hedef gruba ulaşacağımız yerlerde gazetemizi dağıttık. Günde 10- 15 bin gazete dağıttık. Başlayalı 4-5 ay oldu. Dağıtım noktaları değişiyor ama uygulama devam ediyor, edecek de. Yine havaalanları ve iyi yerlerden benzin alanlar mesela. Şimdi bizim reklam gelirlerimiz geçen seneye nazaran 3 katına çıktı. Halen yeterli değil.
Bedava dağıttığınız gazete sayısını da gazetenin toplam tiraj rakamının içinde mi geçiriyorsunuz?
110 bin civarında tiraj. Evet bu 10-15 bin adet gazete de bu toplam rakamın içinde.
Gazeteyi aldığınızda Aydın Doğan'a gittiniz mi?
Tabii ziyaret ettim Aydın Bey'i. Akıl da verdi, sektörün ipuçları, ticari olarak gazete yöneticiliği gibi konularda önerileri oldu tabii.
Nasıl bir gazete patronusunuz?
Ben gazetenin hiçbir haber toplantısına girmem. Hiçbir manşet toplantısına katılmam. Bu genel çerçeve içinde doğru haber olduğu müddetçe, kimseden korkmadan, çekinmeden habercilik yapmaları dışında hiçbir şeye karışmam. Bakın ben gazeteyi herkes gibi sabah çıkınca okurum. Tek karıştığım pazarlama bölümü.
Büyüme hedefiniz var mı? Mesela TV alacak mısınız?
Ya büyüyeceğiz, ya küçüleceğiz. Bulunduğumuz yerden memnun değiliz. Ben büyüme taraftarıyım. TV olmadan çok zor. Bir fırsat karşımıza çıkarsa elbette düşünüyoruz.
Akın İpek, Bugün gazetesini alarak adım attığı medya sektöründeki 1.5 yılını “Hayatım törpülendi” diye özetliyor. Ancak İpek, “Bulunduğumuz yerden memnun değiliz. Ya büyüyeceğiz. Ya küçüleceğiz. Ben büyüme taraftarıyım. TV olmadan zor. Kanal almak için bir fırsat çıkarsa değerlendiririz” diyor
Cuma, Mayıs 25
Hande Yener: Sıra dışılık beni
Sıra dışılık beni güzelleştirdi
Önümüzdeki yıl Eurovision'a katılacağını açıklayan Hande Yener, gay'lerin kendisini çok sevdiğini söyledi.
Nasıl Delirdim?" adlı beşinci albümünü kısa süre önce müzikseverlere sunan Hande Yener, gay'lerin kendisini çok sevdiğini, çünkü onların iyi müzikten anladıklarını söyledi: Evet, gay'ler beni seviyor. Çünkü çok hassaslar, çok duygusallar ve çok iyiler. Ben onların çok iyi birer müzik dinleyicisi olduklarını düşünüyorum. Onlar ağır eleştirseler de haklı eleştirirler, beğenileri de çok doğru yöndedir. Çünkü doğru dinliyorlar, iyi müzikten anlıyorlar. Bir müzisyen gibi hissediyorlar. Bunu inkar etmek yanlış olur.
"Nasıl Delirdim?" adlı beşinci albümünü kısa süre önce müzikseverlere sunan Hande Yener, Türkiye’de elektronik müziğin öncüsü olduğunu söyledi. "Apayrı" albümüyle birlikte tarzını değiştiren Yener, "Eline gitar alıp beste yapma devri bitti. O iş tıkandı. Dünya elektronik müziğe yöneldi. Eskide diretenler bence mesleği bırakmalı" diyor. İşte uzun zamandır kimseye röportaj vermeyen ünlü sanatçıdan çok özel açıklamalar...
Hangi kaygı, müzik tarzınızı değiştirmenize neden oldu?
- Birkaç yıl önce bir kaos yaşadım. "Kırmızı", "Acele Etme", "Sen Yoluna Ben Yoluma", "Küs", "Yalanın Batsın" şarkılarını yaptım ve ardından "Bundan sonra ne olacak?" diye düşünüp, mutsuz oldum. Ben bu kaygılardan, müziğin okyanus kadar geniş olduğunu ve özgür kalınca şahsıma münhasır şeyler çıkacağını düşünerek kurtuldum. İlk günden beri dinleyici ile müzik zevkimizin tuttuğunu düşünüyordum.
Neden elektronik müzik?
- Dünya oraya gidiyor. Güzel kayıt, güzel ses oradan geliyor. Çok sesli bir müzik, doğal olarak da algı açan bir tarz. Yıllardır bu tarzı dinliyordum. Bazı şeylerin farkındaydım. Cesaret ettim sadece. Elektronik müzikte sonsuz bir özgürlük var. Artık eline gitar alıp da beste yapma devri bitti. O tarz tıkandı. Kendini keşfedip bir yolculuğa çıkmak ve bunun kabul görmesi çok güzel bir şey. Bu anlamda çok şanslıyım.
Elektronik müzik, duygusuz müzik olarak nitelendiriliyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
- Ben duyguyu zaten sözlerimle verdiğime inanıyorum. Elektronik müzikte de duygu vardır. Ağlayan bir klarnet duymuyorsunuz belki ama ağlayan başka bir ses duyabiliyorsunuz. Bu müzikte tek fark, daha modern enstrümanların kullanılması. Eğer makinelere düşmanlık varsa, canlı kayıt da bir makine kaydıdır. Senfoni orkestrası stüdyoya girip çalmadığı müddetçe, ben o kayıda canlı demem.
Peki, ilk Türkçe elektronik müzik yapan siz misiniz?
- Evet, bu bana nasip oldu. Ama ben bunu láf olsun diye değil, içimden geldiği için yaptım. Önemli olan insanın ne istediğidir. Ben artık o popüler tarza arkamı dönmüş durumdayım. O tarzı tasvip etmiyorum, çünkü tıkandı. Ben o tarzda üç albüm yaptım ve bitirdim. Üstelik en güzelini de yaptım. Ama sonra tıkandım. Kendimi geliştirmem, dans etmem gerektiğini gördüm. Bunu istedim ve tarzımı değiştirdim. Yerimde saymak istemiyorum. Beni hiç dinlenmeyenlerin, sevmeyenlerin bile gönlünde yer alabilmek istiyorum.
Bu anlamda ikinci albümünüzü yaptınız. Kabul görmeniz biraz zor oldu değil mi?
- Elbette. Ama şimdi çok iyi anlaşıldığımı düşünüyorum. Bizim dinleyicimize nedense "Bu müziği anlamazlar" diye hakaret ediliyor. Niye anlamasınlar? Kesinlikle anlıyorlar ve ben bunu yaşıyorum. Bence eskide diretenler mesleklerini bırakmalı. Yeni, daha genç, müzikle daha iç içe olan birileri gelmeli. Madonna nasıl yapıyor, o yaratık mı? Biz niye daha iyi yerlere gelmeyelim.
Sizdeki bu müzikal değişim artarak devam edecek gibi duruyor?
- Kesinlikle. Ben değişmezsem, eski yüz olarak kalırım, unutulup giderim. İyi ki algılarım açık, iyi ki bu müziği yaptım. Şu an beni anlayan var mı, var; gençlik... Dünya müziği nereye gidiyorsa, ben de oraya gitmek istiyorum.
Eurovision’dan teklif geldiğini, sıcak baktığınızı söylediniz. Bu teklif, nasıl bu kadar erken geldi, ilginç!
- Eurovision yarışmasından iki gün önce komite Erol Köse’yi arayıp, benim önümüzdeki yıl yapılacak olan yarışmaya sıcak bakıp bakmayacağımı sormuş. TRT, bu yıl ne yolda ilerlenmesi gerektiğine bakmış ve daha batılı birine ihtiyaç duyulduğunu fark etmiş. O kişinin de ben olabileceğimi düşünmüşler. Sıcak bakıyorsam teklif getireceklerini, bakmıyorsam başka arayışlara gireceklerini söylemişler. Ben çok sıcak bakıyorum.
Bazı sanatçılar Eurovision’u prestij kaybı olarak değerlendiriyor. Siz tersini mi düşünüyorsunuz?
- Evet. Ben hiçbir zaman kaybedeceğimi düşünerek müzik yapmadım. Her zaman inanarak yola çıktım. Eurovision komitesi ile karşılıklı konuşacağız. Her şeyde anlaşırsak ülkemiz adına böyle bir yarışmaya katılmak isterim. Çok profesyonelce ve en iyi şekilde yaparım diye düşünüyorum. Ama en az bir yıl gibi bir zamanım olmalı.
Çok iddialısınız...
- Evet. Zamanında Eurovision’a saçma sapan insanlar da gitti. Dünyanın gözü ülkemizin üzerinde. O yüzden her alanda iyi olduğumuzu göstermeliyiz. Eurovision’a no name (isimsiz) birilerinin hiç tutmayacak şarkılarla katılmasına daha fazla yüreğim dayanmıyor. Kenan (Doğulu) kesinlik çok başarılı oldu. O politik durumlara rağmen ülkemizi çok iyi bir yere taşıdı. Sertab (Erener) ve Athena da öyle. Onun dışında birçok kişinin bu işi geriye götürdüğünü, insanları Eurovision’dan soğuttuğunu düşünüyorum. Şu an konsept olarak yarışmayı çok düzgün de buluyorum. Evet çok iddialıyım. Bu heyecanla, bu iddiayla en dikkat çekeni yapmaya çalışırım. Mesela yarışmada Ukrayna’nın parçası ile Sırbistan’ın parçasının harmanlanmış háli, kafadan birinci olurdu. Belki seneye bunu ben yaparım ve birinci olurum.
Konumuzu değiştirelim, gay’ler sizi çok seviyormuş, bunu biliyor muydunuz?
- Evet. Gay’ler çok hassaslar, çok duygusallar ve çok iyiler. Ben onların çok iyi birer müzik dinleyicisi olduklarını düşünüyorum. Onlar ağır eleştirseler de haklı eleştirirler, beğenileri de çok doğru yöndedir. Çünkü doğru dinliyorlar, iyi müzikten anlıyorlar. Bir müzisyen gibi hissediyorlar. Bunu inkár etmek yanlış olur.
İnanılmaz kilo vermişsiniz, bunu nasıl başardınız?
- Pilates ve sporla. Bir de uzun zamandır dans dersi alıyorum. Şu an iyi dans ediyorum, ileride daha iyi olacağım. Eskiden sahnede kütük gibi duruyordum. Şimdi öyle durmuyorum. Kendimi değiştiriyorum. Farklılığın, sıra dışılığın beni güzelleştirdiğine inanıyorum.
Albümünüzün ismi "Nasıl Delirdim?" Nasıl delirdiniz?
- Aşkın insanda yarattığı etkiler, tepkiler, heyecan, kavga anındaki gerginlikler, kaybetme korkuları, mutlu olduğun anda ayağının yerden kesilmesi, paranoyalar; bunların hepsi albümde anlatılıyor. O yüzden albümün ismi "Nasıl Delirdim?" Ve bunların hepsini ben de yaşadım, yaşamaya devam ediyorum.
Aşık olunca size neler olur?
- Bitti denilen sonsuz aşk, yeniden başlar. İnsan aşık olunca, daha önce yaşadığını yok sayar. Ama gerçekten aşık olursa... Ve kadının hayatında aşk, 30’undan sonra şekil değiştiriyor. Bana da bir anlayış geldi ve o agresif kız gitti. Benim için aşk her zaman paylaşmaktır, dostluktur, heyecandır. Bunların hepsi var içinde.
<>Sevgilim benim Romeo’m
Albümünüz de "Romeo" adında da bir şarkınız var. Romeo kim, sevgiliniz Kadir mi?
- Evet, Romeo’yu Kadir için yazdım. Kadir’le tanıştığımız zaman, "Ben Romeo’yu buldum. Romeo diye bir şarkı yapmak istiyorum" dedim. O sözler tamamen gerçektir. Kadir bir gün geldi ve "Sil gözyaşlarını, yalnızlık bitti, artık beraberiz" dedi. Ve benim o sırada içim ağlıyordu. Bu sözleri beni çok etkiledi. Evet, o benim Romeo’m...
Kırılgan bir kadınım
- Zamanla konulara bakış açım değilse de anlatım tarzım yumuşadı. Aslında o dönemde çok duygusaldım. Benim bugüne kadar hiç kısa bir ilişkim olmamıştır. Beni her hafta başka biriyle gördünüz mü? Duygusal olduğum ortada.
Aysun Kayacı: Evlenmek istiyorum
Sofistite biriyle evlenmek istiyorum
Aysun Kayacı, yaşadığı hiçbir ilişkiden pişmanlık duymadığını, uzun zamandır kalbinin boş olduğunu söyledi.
Evliliğe sıcak baktığını belirten güzel manken, evleneceği adamda aradığı özellikleri de şöyle sıraladı: "Çok fazla içki içmeyecek, tenis oynayacak, şaraptan anlayacak, sofistike biri olacak. Ayrıca benden yaşça büyük olacak, hayatta değer verdiğimiz şeyler birbirine benzeyecek ve inançlı olacak."
Şaraptan anlayan sofiskite biriyle evlenmek istiyorum
Bugünlerde rol aldığı reklam filmiyle gündemde olan Aysun Kayacı, yaşadığı hiçbir ilişkiden pişmanlık duymadığını, uzun zamandır da kalbinin boş olduğunu söyledi. Evliliğe sıcak baktığını belirten güzel oyuncu, ideal eşin tarifini de şöyle yaptı: "Çok fazla içki içmeyecek, tenis oynayacak, şaraptan anlayacak sofistike biriyle evlenmek istiyorum. Ayrıca benden yaşça büyük olacak, hayatta değer verdiğimiz şeyler birbirine benzeyecek ve inançlı olacak."
- Fatih Aksoy’un bir röportajında, “Evlenilecek kız var, eğlenilecek kız var” demesi sizi akıllara getirmişti. Sezen Aksu’nun da bu sözlere kızıp şarkı yaptığı konuşuluyor. Deniliyor ki "Sezen Aksu, Aysun Kayacı’nın intikamını aldı." Siz ne diyorsunuz?
Fatih Bey’in o açıklamasını hiç üzerime alınmamıştım. Ayrıca kendisi bu sözleri benim için söylemediğini ifade etmiş, Reha Muhtar da bunu köşesinde yazmıştı. O yazıyı okursanız kimlerden söz ettiğini anlarsınız. Dolayısıyla bu beni ilgilendiren bir durum değil. Ayrıca Sezen Hanım'ın da bundan etkilenerek bir şey yazdığını sanmıyorum.
- Bir başka gündem konunuz da rol aldığınız reklam filmi... Bazı meslektaşlarınız aldığınız 250 bin doları az buldu. Hatta Tuba Ünsal, 5 milyon dolar verdikleri takdirde öpüşebileceğini söyledi. Bu yorumlara bir cevabınız var mı?
Aldığım rakam beni çok mutlu eden bir rakamdır. Dünyaca ünlü bir markanın yüzü olmak önemli. İnsanların bu güzel işe gölge düşürmesine izin vermeyekceğim. Polemiklerin içinde olmayacağım. Ne kadar sorun oldu bu kampanya. Büyük firma olunca kıskanıldı herhalde.
- "Öpüşeceksiniz" dediklerinde ilk tepkiniz ne oldu?
Senaryoya baktım; çok neşeli ve eğlenceli olduğunu, hiçbir şeyin abartıya kaçmadığını görünce mutlu oldum. Ateşli bir öpüşme sahnesinin olmaması beni rahatlattı yani. Hikaye de çok sempatik geldi ve hemen şartları görüşmeyi başladık.
- Bu reklam kampanyası için neden sizi düşünmüşler, hiç sordunuz mu?
Ürünün sloganı tatlı ama şekersiz... Firma yetkililerinin de tatlı ama şekersiz denilince aklına ilk ben gelmişim. Şekerli şeyler kilo aldırır, yapış yapıştır. Şekersiz şeyler böyle değildir. Benim magazin dünyasındaki cool tavrım, hiçbir şeye bulaşmıyor olmam, zararsız olmam, mesafeli olmam, soğuk ama bir o kadar da tatlı, şirin olmam bu slogana uygun bulunmuş.
- Emre Aşık'la beraberken kariyer anlamında ataklarınız olmadı. Çok daha sakin ve geri plandaydınız. Neden?
Bu benim mizacımla ilgiliydi. Tuzsuz aşım, dertsiz başım durumundaydım. İşimi yeteri kadar yapıyordum. Çok büyük isteklerim, hırslarım yoktu. Yani Türkiye benden bahsetsin, tüm Türkiye’nin en arzulanan kadını olayım gibi dertlerim de yoktu. Hobilerimle, ailemle, kendimle mutluydum. O dönemde de birçok teklif geliyordu ama hiçbirini kendime yakın bulmuyordum. Ve mankenlik yapmayı seviyordum.
- Son iki yıldır ciddi bir değişim yaşar gibisiniz. Eskisine oranla çok daha dişi ve öfkeli görünüyorsunuz. O mutlu, neşeli kızın yerine mutsuz, durmadan bağırıp çağıran bir kız mı geldi?
Ben hiçbir zaman "Dudaklarım şöyle, vücudum böyle güzel" diyerek dolaşmadım. Hep işimi yaptım. Fiziğim, işimi yaparken ön plana çıktı. Yani işim gereği güzelliğimle ön plandaydım. Ne yazık ki mankenlik, bu toplumun algılayabileceği bir meslek değil. Dünyada bir mankenin güzelliği ve seksiliği vurgulanır. Ve dünyanın hiçbir yerinde manken dediğin, güzelliği yüzünden kimseden özür dilemek zorunda kalmaz! Ama ben son dönemlerde güzelliğimden dolayı özür diler, bunu kamufle eder hale geldim. Neşeli, güzelliğini vurgulayan, sevimli, eğlenceli, kimin ne düşündüğünü önemsemeyen biriyken, bir anda olgunlaşmaya başladım.
Mankenlik yaparken daha dişi ve seksiydim. Çünkü böyle bir mecburiyet vardı. Sonuçta mankenlik üzerindekini teşhir etme işidir. "Dudakları niye öyle" deniliyor? Esther Canadas’tan öğreniyorsun nasıl poz verileceğini. Kimse Amerika’da çıkıp da bu kızın dudakları neden böyle demiyor. Burada bir garip algılama yöntemi var. Ben bu algıyı, mankenlere olan o acayip bakış açısını öyle ya da böyle değiştireceğim.
- NTV’de yayınlanan “Can Dündar soruyor: Neden" programında TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu'ya cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili sorduğunuz soru, mankenlere bakış açısını değiştermek için giriştiğiniz savaşın sonucuydu sanırım.
Herkes şaşırmış. Hatta soruyu benim hazırlamadığımı falan düşünmüşler. Çok şaşırdım. Mankenlerin bunu soramayacağını düşünmek demek ki insanları daha mutlu ediyor. Manken demek, aptal demek değildir. Bütün manken arkadaşlarım da böyle bir soru sorabilir. Çünkü hepsi de gündemi takip eden, bilgili, zeki, gazete okuyan insanlar.
- Yapmayın, cumhuriyetin ilanını bilmeyen meslektaşlarınız var!
Mikrofon uzatıldığı zaman heyecanlanıyorlar bence. Biraz da onların tarafından bakın. Bilenler ise yayınlanmıyor bu arada, böyle bir durum da var.
- İki yıldır oyunculuktan para kazanıyorsunuz. Bir boşluğu doldurduğunuzu düşünüyor musunuz?
Her şeyden önce ben bu işi severek yapıyorum. Sektörde hem güzel ve çekici hem de iyi oyuncu alanında bir boşluk var. Ben bu boşluğu doldurduğumu düşünüyorum. İleride belki çok daha iyi oyuncu olurum. Zaten okulum bittikten sonra bunun üzerine mastır yapmayı düşünüyorum. Ben artık bu işte var olmak, oyuncu olarak anılmak istiyorum. Mesela bugünlerde saç rengimi değiştirip, bir anneyi canlandırmak hayalim var. Yeni dönemde bunu yapmak isterim.
- Yani manken kimliğinden tamamen sıyrılmak istiyorsunuz, öyle mi?
Evet. Bıktım ve çok da zararını gördüm. Eğer bu meslek, bu toplumda iş gibi görülseydi, şu an böyle konuşmaz, mankenlik de yapıyor olurdum. Bu meslek beni ne yazık ki çok üzdü. Bu çarkın içinde istemediğim şekilde, elimde olmadan çok malzeme yapıldım. O yüzden de aklım başıma geldiğinden beri son derece dikkatli davranıyorum. Bir ben, bir de magazinin yarattığı Aysun var. Neden böyle olsun? Buna ne gerek var. Ben öyle çok büyük hırsları olan biri değilim. O yüzden de defansa çekildim.
- Çekildiniz ama en son bir gazetecinin yüzüne kola kutusu fırlatmanızla gündeme geldiniz...
Benim gazetecilere kaşı agresif bir tutumum yok. Şu an oyunculuk yapıyorum, yüzümü eskitmemek adına da medyaya karşı mesafeli duruyorum. Bu yanlış anlaşılmasın. Kolayı fırlatma meselesine gelince, böyle bir şey yok. Basın toplantısı bittikten sonra hızla oradan ayrılırken, burnumun dibinde duran arkadaşa çarpmışım. Özür dilememe fırsat bile verilmedi. Arkamı döndüğümde o arkadaş "Üzerime kola döktü" diye bas bas bağırıyordu. Yapabileceğim bir şey yoktu. Bu kadar olay çıkarmasaydı gerçekten özür dilerdim.
- Özel hayatınızda mutlu musunuz, sevgiliniz var mı?
Şu an yok. Önemli olan doğru zamanda doğru kişiyle karşılaşmak. Şu an o elektrikte değilim. Yazın belki bir yaz aşkım olur.
- Evlilik karşıtı mısınız?
Değilim ama bir kere olsun, en iyisi olsun istiyorum. Yoksa çok evlenme teklifi aldım. Asıl önemlisi en iyi zamanda en doğru şekliyle olması. Yoksa evlenirdim. Demek ki henüz o kişi karşıma çıkmamış.
- İlişki içinde huzur veren biri misiniz yoksa dırdırcı mı?
Huzuru seven biri olarak elbette huzur veririm. Dırdırı, problem çıkarmayı sevmem. Kavgadan nefret ederim. Kadınların şöyle bir özelliği var; ilişkileri süresince çok fedakarlık yaparlar, sonra da bu yaptıkları fedakarlıklar erkeklere vıdı vıdı olarak döner. Ben vıdı vıdı da yapamadığım için gayet güzel ayrılıyorum. İlişkimde karşımdakiyle gizli bir anlaşma yaparım.
- Nasıl bir anlaşma bu?
Bana davranılmasını istediğim gibi davranırım. İlişki içinde eşitlikten yanayım. Ben arkadaşlarına, sosyal hayatına karışmıyorsam, o da benim arkadaşlarıma, sosyal hayatıma karışmayacak. Çünkü başta türlü olmaz. Tatsızlıklar başlar. Maalesef hiçbir erkek de eşitlikten yana değil. Olacak ama, yavaş yavaş öğrenecekler. Aslında şöyle bir erkek arkadaşım olmalı; çok işi olsun. O kadar işi olsun ki hiç bana bulaşmasın, işten başını kaldırmasın. İşsiz, güçsüz bol vakitli birini asla istemem.
- İdeal eş kriterleriniz mutlaka vardır. Bunları bizimle paylaşır mısınız?
Çok fazla içki içmeyecek, benimle tenis oynayacak, şaraptan anlayacak sofistike biriyle evlenmek istiyorum. Yaşça benden biraz büyük olmalı, hayatta değer verdiğimiz şeyler birbirine benzemeli, inançları olmalı. Hayalim bu. Huzurlu ve kaliteli yaşamalıyım. Bir tane de çocuğum olsun istiyorum.
ZEKA ARIYORUM
Doktorlar dizisinde canlandırdığım Kader karakteri bana çok benziyor. Çünkü Kader, mankenlikten kazandığı para ile tıp fakültesini bitirmiş, işinde kendini kabul ettirmek için çok çalışmış, güzelliği başına bela olmuş bir karakter. Bir doktor arkadaşı hastaneye mayolu resimlerini yapıştırıyor. Kız neredeyse cinnet geçirecek. Sonunda o doktoru bulup, karşısında üzerindekileri çıkarıp "Yaptığım işi niye görmemezlikten geliyorsunuz? İşte vücudum, bakın, görün, ondan sonra yaptığım işle ilgilenin" diyor. Sahne buydu. Benim gerçek hayatta delirdiğim an ise bu sahneye yapılan yorumlar oldu. Çünkü soyundu, striptiz yaptı dediler. Canlandırdığım kız buna deliriyordu, ben de yorumlara delirdim. "İşime bakın artık, bunlarla ilgilenmeyin" diyen bir kızın isyanını bile en iyi köşe yazarları "soyundu" diye yazdı. Zeka arıyorum yani! Kader'in yaşadıkları sosyal bir vaka. İnsanlar izlediklerini de anlamıyor artık.
Gülse Birsel: Anneliğe uygun
Anneliğe uygun biri değilim
Senaryo yazarı, oyuncu Gülse Birsel’in özel hayatı hakkında pek bir şey yansımıyor basına; çünkü o öyle istiyor. InStyle dergisi, merak edenler için bu ay "ev hanımı", "iyi bir arkadaş" ve "eş" Gülse Birsel’in izini sürdü.
Gece sabaha karşı, Nişantaşı’ndaki apartman dairelerinden birinin çalışma odası... Genç kadın bilgisayarının başına oturmuş, klavyesinin tuşlarını telaşlı vuruşlarla dövüyor. Bu arada kocası yandaki yatak odasında mışıl mışıl uyuyor. Gülse Birsel’in her hafta neredeyse iki-üç gecesi 21:00-05:00 arası böyle geçiyor işte... Senaryonun bitmesiyle yeni bir koşturma daha başlıyor Birsel için: Çekim süreci. Elmadağ’daki plato haftanın üç günü Birsel’in evi haline geliyor.
Bu temponun ne kadar devam edeceğinden kendisi de emin değil, "Avrupa Yakası"nı bitirmeye kıyamadıkları bir gerçek. "Artık reyting’i de çok umursamıyorum. Herkes o kadar çok seviyor ki diziyi... Gittiği yere kadar gidecek" diyor. "Bir senaryo ekibi kursanız" önerisine de sıcak bakmıyor Birsel: "Mizah çok kişisel bir şey. İyisiyle, kötüsüyle iş benim elimden çıksın; tüm sorumluluğunu ben üstleneyim istiyorum."
Çekirdek ailenin kızı Malum, Avrupa Yakası’nda Birsel oldukça renkli bir ailenin kızı Aslı’yı canlandırıyor. Peki bu özlem duyduğu bir ortam mı? "Çekirdek bir aile bizimki. Bir ablam ve ağabeyim var. Sütçüoğlu ailesine pek de benzemiyoruz. Kuzenler, iki kardeşin çatışması filan yoktu benim hayatımda. Ama komediye çok önem veren bir ortamda büyüdüm, sözlerinin ardından küçükken de şov yapmayı çok seven bir çocuk olduğunu anlatıyor Birsel.
Yani çocukluğundan beri oyunculuk yapmak isteyen; lisede tiyatro kollarında ödüller alan; konservatuvara gitmek için yanıp tutuşan Gülse Birsel, eğer Boğaziçili olma hevesine kendini kaptırmasaymış, onu 15 yıldır tiyatro sahnesinde izliyor olabilirmişiz. New York’ta Columbia Üniversitesi’nde yaptığı sinema master’ı ile yarım kalan hayalinin ucundan tutan Birsel, gazetecilik yapmaya başlayarak bir yandan kalemini geliştirmiş; bir yandan da ona ün kazandıran "Avrupa Yakası"nın temellerini atmış.
Yarı zamanlı ev hanımı
Gülse Birsel’in özel hayatı hakkında çok az şey biliyoruz. Murat Birsel’le sekiz yıldır evli olduğunu... Bir dönem dergicilik yaptığını... Hepsi bu: "Televizyon şovları için de iyi malzeme veren biri değilim. Espriler yapan, sürekli kendimi anlatan bir konuk olamam. Belki bu nedenle hakkımda çok fazla şey bilmiyor insanlar. Ama özel olarak saklama gibi bir çabam yok. Çünkü saklanacak bir hayatım yok."
Senaryoyu evde yazdığı için kendini yarı zamanlı ev hanımı olarak nitelendiriyor Birsel. Tüm gün evde olmasını bir avantaj olarak görüyor. Geceleri o çalışırken uyuyan kocasının gönlünü de akşam yemeklerinde buluşarak, yemek sonrası birlikte vakit geçirerek alıyor. "Ben normal bir işte çalışıyor olsam her gece 20:00’de geleceğim eve... Yorgunluktan muhabbet etmeye bile fırsatımız olmayacak. Murat da kendine çok yeten biridir. Gazeteci olduğu için pek çok konuda benzer düşünüyoruz. Onun da yemek sonrasında okuyacağı bir takım şeyler oluyor. Tam o kendi işlerine koyulmuşken ben de 22:00’den sonra yazmaya başlıyorum" diyor.
Acaba çocuk sahibi olmak için de mi vakit yok? Yoksa herkesin çocuğu olmak zorunda değil fikrinde mi? "İkincisi" diyor: "Kararım çocuk sahibi olmamak. Anne olmaya çok uygun biri değilim. Babam da ’Evládım sen çocuk yapma. Karakterine uygun değil. Altından kalkamazsın’ diyor. Ona kulak veriyorum..."
Boru ile nasıl hamur açılır
Tüm New York’u kar kapladığı bir günde ev arkadaşım Ayşe’yle canımız mantı istedi. Annemi aradık, nasıl yapılacağını öğrendik. Hamuru yoğurduk ama oklavamız yoktu. ’Belki bir İtalyan restoranından ödünç alırız’ dedik ama ne gezer. En sonunda kağıt havluluk alıp ortasındaki boruyla açtık mantının hamurunu. Ama açtık. Tanıdığımız Türkleri de o gün mantı ziyafetine çağırdık.
Cem Uzan: Benden iyisi yok
Cem Uzan, önümüzdeki seçimlerde de iddialı. İttifakların Genç Parti’nin lehine olduğunu, dişli beş parti çıktığını söylüyor. Uzan, ‘Şirketlerimi yağmalayarak, sadece bir kısmını 6.5 milyar dolara sattılar. Yatırım nasıl yapılır, istihdam nasıl yaratılır, bunu Türkiye’de benden iyi bilen insan varsa, ben bilmiyorum’ diyor
Genç Parti (GP) Genel Başkanı Cem Uzan, sürpriz bir çıkış yaptığı 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından gözünü, 22 Temmuz 2007 seçimlerine dikti. Malvarlığına el konulan, ailesi yurtdışında kaçak hayatı yaşayan Uzan, hangi partiyle ittifak yapacağı, özel hayatı ve seçim vaatleri gibi merak edilen konuları AKŞAM’a anlattı. Uzan, internette “hit” olan ve GP’ye atfen gündeme getirilen “İktidara gelirsek hamilelik 3 aya inecek”, “Şehrazat 1 YTL olacak” sözlerinin de aralarında bulunduğu “seçim vaatlerini” açıkladı. Uzan, bunlara çok güldüğünü belirterek, “Dava açar mısınız” sorusunu, “Olur mu öyle şey. Ülkenin yüzünün güldüğünü görmek çok güzel” diye yanıtladı...
Menderes gibi linç edildim
İki Cem Uzan imajı var: İlki size oy verenlerin Uzan’ı, diğeri şaibeli görünen Cem Uzan...
- Türkiye’de çamur at izi kalsın devri kapandı. 5 yıldır buradayım. Başım dik, alnım açık. Türk siyasi tarihinde herhalde Demokrat Parti olayından sonra en büyük siyasi linçe maruz kalan insanım. Tamamen siyasi amaçla yapılan bir linç ve hâlâ ayaktayım, mücadeleye devam ediyorum. Bu da insanımızın gözünde, gönlünde yer buldu. Zaman her şeyi ortaya koyacaktır.
Bu önyargılar neden?
- 300 küsur sandalyeyle TBMM’de oturan ve “Siyaseti bırak yoksa mahvederiz” diyen bir iktidar nedeniyle.
10 defa söyledik
İttifak var mı, yok mu?
- Yok, yok, yok.
Önce DP, sonra CHP ile karşılıklı sıcak mesajlar geliyordu?
- Görüşmeler oldu. Siyasette nezaket, zaafiyet olarak algılanıyor. Ben siyasete yeni bir üslup getirmeye çalışıyorum. Bir şey bir defa söylenir, 10 defa değil. Tek başımıza giriyoruz diyorum, hâlâ “Acaba mı” diye sorgulanıyor.
Yine de Saadet Partisi veya BBP’yle ittifakı sorsam?
- Ben makam için değil, önem verdiğim konuların Türkiye’de gerçekleşmesi için siyaset yapıyorum. Program konuşurum. Az önce söylediğiniz isimlerle ortak bir noktada buluşmam mümkün değil. Talep geldi ama nazik bir şekilde ‘Hayır’ dedik.
Artık gazetelere reklam veriyorsunuz...
- TV reklamları maalesef yasak. Madem yazılı basın serbest, bir kampanya başlattık, devam edeceğiz.
Yasaklı grup var mı?
- Hayır yok. Biz siyasi bir partiyiz ve tüm toplumu kucaklamak zorundayız.
En komiği ‘hamilelik 3 aya inecek’
İnternetteki 1 YTL esprilerini nasıl buluyorsunuz?
- Gördüm. Ne yapayım, ben de gülüyorum.
Dava açar mısınız?
- Olur mu öyle şey? Hayatın güzel tarafı gülebilmek. Türkiye’de insanlar rahat rahat gülebilsinler istiyorum. Ama “Okul kitapları bedava olacak” dediğimde de dalga geçiyorlardı, şimdi bedava. Mazotu 1 YTL’ye indireceğiz, göreceksiniz.
En çok hangisine güldünüz?
- Hamilelik esprisine.
Mağduriyet edebiyatında yokum
Liderlerin fakir geçmişlerine alışığız...
- Ben de bu ülkenin insanıyım. Alman Lisesi’nde okurken okula otobüsle gidiyordum.
Zenginlik avantaj mı, dezavantaj mı?
- Ağlama, mağduriyet edebiyatında yokum. Başı dik Türk milletinin yanındayım. Onun için siyaset yaparım.
Alara tatili kesip Çağlayan’a gitti
Eşinizin İzmir adaylığı kesin mi?
- Henüz değil. Ben çok istiyorum, ikna etmeye çalışıyorum.
Cumhuriyet mitinglerini hiç kaçırmadı...
- Alara o kadar bağımsız bir insandır ki. Tatildeydik, valizini topladı. “Ben Çağlayan’a gidiyorum” dedi.
Siz neden gitmediniz?
- Siyasi oportünizm olurdu.
Eşiniz, hep yanınızdaydı.
- Evet, çok dik durdu.
Yeniden aşık oldunuz mu ona?
- Çok defa.
Bir dönem “Cem Uzan efsaneleri” vardı.
- Benim kurduğum, yönettiğim şirketleri yağmalayarak, sadece bir kısmını 6.5 milyar dolara sattılar. Milyarlarca dolar değerinde yatırım yaptım bu ülkeye, on binlere iş verdim. Yatırım nasıl yapılır, istihdam nasıl yaratılır, bunu Türkiye’de benden iyi bilen insan varsa, ben bilmiyorum.
Siyasette kırgınlık olmaz
Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı adaylığı için randevu istedi, vermediniz?
- Sonucu belli bir görüşme olacaktı. Vaktimi ve Sayın Gül’ün vaktini harcamak istemedim. 2.5 milyon insanın oy verdiği bir partiyi kabullenmeye başlamaları, müspet bir gelişmedir.
Kırgınlığınız var mı?
- Siyasette duygulara, kırgınlıklara yer yok. Vefanın, dostluğun yeri oluyor ama “Kırgınlığa gerek yok” deyip geçeceksiniz.
Babanız ve kardeşiniz, kaçak durumda. “Keşke siyasete girmeseydim” diyor musunuz?
- Hayır demiyorum. Geçmişte yaşanmaz. Ben hayatım boyunca arkama dönüp bakmadım. İleriye baktım, bakmaya devam ediyorum. Kendim, ailem ve ülkem için ileriye bakıyorum.
Aileniz kızmıyor mu size?
- Bilmiyorum.
Zaman zaman şuradalar diye haberler çıkıyor.
- Hiçbir haberi takip etmiyorum. Ben onların nasıl insanlar olduklarını biliyorum. Adnan Menderes’i astılar. Aradan 25, 30 yıl geçti. Devlet töreni ile nakledildi. Siyasi linçler geçmişte olmuştur. Onların yanında benimki hafif kalıyor.
Maçtan önce yorum yapmam
Ulusalcı mı, milliyetçi mi, sosyal demokrat mı, muhafazakar mısınız?
- Hepsi olmamızda sakınca var mı?
İttifaklar için ne diyorsunuz?
- Artık dişli 5 parti var. Merkezdeki tek parti biziz. Diğer partilerle ilgili maç öncesi yorum yapmam.
Ahu Has: Vasiyeti yerine geliyor
Kadir Has'ın gelini Ahu Has, kayınpederine verdiği sözü tutmak için müze çalışmalarına hız verdi. "Ölümünden bir gün önce babama sergi davetiyelerini gösterdim, çok beğendi. Öldüğüne hâlâ inanmak istemiyorum," diyen Has, kayınpederini ve projelerini anlattı..
Kadir Has Üniversitesi Rezan Has Müzesi Müdürü Ahu Has, kayınpederi Kadir Has'ın vasiyetini yerine getirmek için çalışmalarına hız verdi. Kadir Has'ın manevi oğlu Can Has ile evli olan Ahu Has, Kadir Has'ın en çok önemsediği projelerden olan üniversite müzesini, yepyeni sergilerle uluslararası arenada duyurmak için çabalıyor. 'Anadolu'da Pişen Toprak' ve 'Türk Resim Sanatının Bir Asırlık Öyküsü' başlıklı iki önemli sergiye ev sahipliği yapan müze için "Babama sözüm var, en iyisi için uğraşıyoruz," diyen Ahu Has, Kadir Bey'in ani ölümüne alışamadıklarını da dile getiriyor.
- Rezan Has Müzesi'nde iki önemli sergi sanatseverlerle buluşuyor. Bu sergilerin sizin için önemi nedir?
- Kadir Has Üniversitesi'nin kuruluşunun 10. yılını kutluyoruz bu yıl. Ayrıca Rezan Has Müzesi'nin açılış sergisi olarak nitelendiriyorum ben bu sergileri. 'Türk Resim Sanatının Bir Asırlık Öyküsü' başlıklı sergi, özel bir koleksiyonun parçalarını bizimle buluşturuyor. Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Halil Paşa, Sabri Berkel gibi sanat tarihimizin en önemli ressamlarının eserlerinden oluşuyor. Sergi kapsamında 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Türk resim geleneğinin karakteristik örneklerini bir arada görmek mümkün. Dönemin ressamlarının en aykırı çalışmalarının toplandığı bu koleksiyon, mutlaka görülmeli. Diğer sergi ise benim çok değer verdiğim bir isim olan Gönül Paksoy'a ait, tamamı İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne kayıtlı koleksiyonun bir bölümünden oluşan 'Anadolu'da Pişen Toprak' sergisi. MÖ 7000 - MS 1500 tarihleri arasındaki 8 bin 500 yıllık döneme ait, birbirinden eşsiz toprak altı arkeolojik eserlerden oluşuyor.
'REZAN HANIM HÂLÂ ŞOKTA'
- Siz de bir koleksiyonersiniz, kendi özel eserlerinizi sergilemeyi düşünüyor musunuz?
- Koleksiyonerlik müthiş bir duygu. Ancak bir doyum noktası var. İnsanlar bir süre sonra, eserleri diğer insanlarla paylaşma ihtiyacı duyuyor. Bu tip sergiler bence koleksiyonerleri, eserlerini gün ışığına çıkarıp sanatseverlerle buluşturmaya teşvik ediyor. Bir koleksiyoner olarak bunun çok önemli bir görev olduğuna inanıyorum. Çünkü bu sayede eserler arşivleniyor. Bu da eserlerin değerini artırıyor. Ancak benim ve eşim Can Has'ın henüz sergi açacak kadar donanımlı bir koleksiyonumuz yok. Zamanı geldiğinde seve seve Rezan Has Müzesi'nde sergileriz.
- Yıllardır sanat dünyasının içindesiniz, koleksiyonerler sergilerinizi nasıl değerlendiriyor?
- Koleksiyonları gün ışığına çıkarıp kataloglamak ve bir üniversite müzesinde sergilemek çok cazip geliyor koleksiyonerlere. Üstelik üniversitede, öncelikle gençlere sergilenmesi de ayrı bir önem taşıyor. Kadir Has, hayatı boyunca eğitime çok destek oldu ancak biz her zaman Kadir Bey'le; tek başına eğitim yeterli değil ve sanat da eğitimin çok önemli bir parçası diye konuşuyorduk. Kadir Has Üniversitesi'ndeki çocuklar sanatın her çeşidini bire bir görerek, yaşayarak öğreniyor.
- Rahmetli Kadir Has'ın koleksiyonerlik özelliği var mıydı?
- Sanat eseri koleksiyonu yapmazdı. O kendini daha çok vatan borcuna adamıştı. En önemli görevini hayır işleri olarak gördü.
- Rezan Has Müzesi hakkında neler düşünüyordu?
- Rezan Has Müzesi tamamen onun fikri. Sanatın ne kadar önemli olduğunu hep vurgulardı. Haftanın üç-dört günü ailecek bir araya gelir ve sohbet ederdik. Sergiler konusunda çok heyecanlıydı. Bana "Senin yaptığın iş bizim yaptığımız pastanın kreması olacak. Bu müze ile benim görevim de tamamlanacak," derdi. Üniversiteye de müzeye de çok inanıyordu.
- Öyleyse siz Kadir Bey'in vasiyetini devam ettiriyorsunuz...
- Ömrümüz yettikçe bunun için çabalayacağız. Benim ona sözüm var. Görüyorsunuz, ofisin her yanında onun resimleri var. Ondan çok şey öğrendim. Bazen resimleriyle göz göze geliyorum ve şevkle sarılıyorum işe, kuvvet oluyor bana. Örnek biridir benim için. Benim bu hayata dair ondan öğrendiğim en önemli şey, işini takip etmektir.
- Yokluğunda neler değişti sizin için?
- İnanın ben hâlâ inanmak istemiyorum. Kadir Bey sık sık seyahat eder, üç-dört ay dönmediği olurdu. Ben onun şimdi de seyahatte olduğunu düşünüyorum. Sanki bir gün gelecek gibi geliyor, ona inanmak istiyorum. Ölümünden bir gece önce babamı yalnız yakalayıp sergi davetiyelerini gösterdim. Çok beğendi, yaptığım işin ne kadar önemli olduğunu söyledi ve sanki bir veda konuşması yaptı bana... Sözüm var ona... Biz onun açtığı yolda devam edeceğiz. Bizim çocuklarımız da öyle devam edecekler...
- Çocuklarınız dedelerinin ölümünü nasıl karşıladılar?
- Yokluğunu hissetmeye başladılar. Küçük oğlum Kadir Can, dedesine çok düşkündü. Birlikte yemek yer, aynı koltukta uyurlardı. Hatta Kadir Can'a babam baktı diyebilirim. Ben yoğun çalıştığım için Kadir Can'ı yanında isterdi ve bahçede vakit geçirirlerdi. Şimdi oğlum fotoğraflara bakıp elindeki yemeği "Dede, mama," diyerek uzatıyor. Hepimiz kötü oluyoruz.
- Rezan Hanım, Kadir Bey'in yokluğunu en çok hisseden kişidir herhalde...
- O bence hâlâ şokta, birlikte yaşadıkları eve henüz giremedi. Kadir Bey'in ne çok seveni olduğunu cenazesinde daha iyi anladık. O hep, yaptıklarının yeterince anlaşılmadığını düşünür ve üzülürdü. Ancak cenazesindeki kalabalık, ilk kez onun haksız olduğunu ortaya koydu. Düşündükçe hâlâ tüylerim ürperiyor. Hiç tanımadığımız insanlar, günlerdir baş sağlığı için ziyaretimize geliyor, yolda çevirip baş sağlığı diliyor.
- Rezan Has Müzesi'nin önümüzdeki yıl için özel sergi projeleri var mı?
- Tabii ki var. Biz üniversite olarak, konumlandığımız Haliç ile ilgili bir dizi sergi gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Yüzyıllardır birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Haliç'in tarihini gün ışığına çıkarmak, kültür birikimini gözler önüne sermek üzere, Haliç'le ilgili çeşitli sergilere ev sahipliği yapmak istiyoruz. Kendi kültürümüz o kadar zengin ki, öncelikle bu güzel şehrin kültürüne yönelmek istiyoruz. 22 Kasım'dan sonra da Kadir Has Üniversitesi uluslararası 'Boncuk Sempozyumu'na ev sahipliği yapacak. Uluslararası birçok akademisyen, arkeolog ve koleksiyonerler gelecek, özel sergiler düzenlenecek. Yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşmış cam, kemik, değerli taş boncuk işleri sanatseverlerle buluşacak.
Salı, Mayıs 22
Cem Kozlu: Türkiye'de ticaretle
"Türkiye'de ticaretle siyaset o kadar farklı değil"
Yeni kitabı "Bulutların Üstüne Tırmanırken" ve AKP'den aldığı teklifle gündeme gelen eski milletvekili, eski THY Genel Müdürü ve bir dönem Coca-Cola'da üst düzey uluslararası yöneticilik yapan Cem Kozlu: "Meclis biraz ticaret gibiydi, o açıdan siyaseti yadırgamadım. Türkiye'de ticaret yaptığım için biliyorum ki Türkiye'nin coğrafyasında ticaretle siyaset çok farklı değil"
Cem Kozlu sakin jestleri, yumuşak ses tonu, mahcup gülümsemesi ve konuşurken özenle seçtiği sözcükleriyle önce fazlasıyla mesafeli bir insan izlenimi bırakıyor. Ama sonra konuştukça kırılgan yanını saklamayan, duygusal bir karakter olduğunu samimiyetle hissettiriyor. Onunla Robert Kolej yıllarını, siyasetle uğraştığı dönemi, ailesini, yöneticiliğini ve gelecek planlarını konuştuk.
Neden böyle bir kitap yazmak istediniz?
Çünkü Türkiye'de kurumların tarihi yazılmıyor. Halbuki birçok kurumun tarihi olsaydı Türkiye'nin tarihi daha sağlam yazılırdı. Ben de THY'de yeterince uzun bir süre görev yaptım. Stratejileri, dinamikleri gözlemleme imkanı buldum. Bunu paylaşmak istedim.
Kitapta değindiğim gibi bir de Türk Hava Yolları kanaatimce o dönemde bir müşterinin, bir yolcunun görebildiği alanlarda bir başarı elde etti. Şimdi geriye dönüp bakınca çok kolay bir şey gibi geliyor, halbuki çok zor bir mücadeleydi.
Türkiye'de bu kuruma ilgi duyanlar bu dönüşümü daha çok benimle özdeşleştirdi ama büyük bir ekip vardı. Ekiple birlikte yaptığımız işlerin unutulmamasını istedim. O açıdan da kurumun hafızasının kayda geçmesi bence önemli; bir de yazmaktan zevk alıyorum.
Bu altıncı kitabınız, yazmayı seviyorsunuz...
Bir kere yazmayı bir zanaat olarak görüyorum ve büyük bir zevk alıyorum. Yazmak aynı zamanda okumayı ve araştırmayı getiriyor. Şimdi bir de zamanım daha da esnek, o yüzden vites artırıyorum diyebilirim.
Siz profesyonelsiniz, benden daha iyi biliyorsunuz, yazmak ve araştırmak bir konuya takıldığınızda metodik olarak araştırma imkanı tanıyor. O da insana yeni bazı pencereler açıyor ve bu hoşuma gidiyor. Daha öncesine gidersek üniversitede bir ara yazar olmayı düşünüyordum ama edebiyatçı değil.
Neden değil, edebiyatla aranız nasıl?
Bir ara çok yakındık. Amerika'da okurken İngilizce yazıyordum. Dört yıl peş peşe kısa öykü yarışmasını kazandım.
Neden vazgeçtiniz edebiyattan?
Adamlar da biraz hayret etti. Hatta yaratıcı yazı dersleri bile aldım.
Sonra ne oldu?
Sonra hayat mücadelesi... Ekonomiye de meraklıydım. Ama yazmak iş hayatımda da son derece faydalı oldu. Yani yazıyı hep hayatın önemli bir parçası olarak gördüm.
"Çocuk bezi pazarlıyordum"
Ama o dönemde pazarlamaya ilgi duydunuz?
Evet, Avrupa'ya geçtikten sonra Procter&Gamble'da çalışıyordum. Bana ilk verdikleri pazar Güney Pasifik'ti. Şirketin hesabına hayatta yaptığım ilk iş seyahatim de Tahiti ve Fiji adalarına gitmekti. Bundan çok zevk aldım; hem mesleğimi icra ediyorum hem öyle yerleri görüyorum hem de oralarda yaşayan insanların kültürlerini tanıyorum.
Ondan sonraki işim Pampers'ı (çocuk bezi) Hong Kong ve Singapur'da tanıtmaktı. Ben klinikleri dolaşıp başhemşirelere ürünün nasıl kullanıldığını anlatıyordum. Sonra da annelere uygulayarak gösteriyordum.
Ofis dışındaki hayatı daha mı çok seviyordunuz?
Hâlâ çok seviyorum. Yani ben ofis dışında olmaktan, sokakta ve piyasada olmaktan çok zevk aldım hayatım boyunca. Düşünün, hem farklı ülkelere gidiyorsunuz hem de size maaş veriyorlar.
Siz Cola-Cola'da yöneticilik yaparken çok seyahat ettiniz. İş-yaşam dengesini nasıl kurdunuz? O sırada evliydiniz değil mi?
O günlerinde evli değildim ama eşimle tanışıyorduk. 27 yıldır evliyiz.
"Hâlâ koşuyor ve ağırlık çalışıyorum"
Çocuklarınız da var, onca yıllık "mobil" hayatta ailenize ne kadar vakit ayırabildiniz?
Eşim de seyahatten hoşlanır. Bir şekilde organize ediyorduk. Mesela ben 6,5 sene Viyana'da çalıştım, o buradaki işini bırakmadı. Bir hafta sonu o geliyordu, bir hafta sonu ben gidiyordum, yani hiç şikayet etmedik hayatımızdan.
Kardeşiniz Can Kozlu başarılı bir müzisyen. Siz nasıl bir ailede yetiştiniz ve böyle iki zıt yöne doğru gittiniz?
Babam bankada yöneticiydi. Çok disiplinli bir adamdı, ben belki o açıdan biraz daha babama benziyorum. Annem de müziğe çok meraklıydı. Can da sanıyorum annemden o müzik zevkini ve yeteneklerini kaptı.
Yakın mısınız birbirinize?
Çok yakınızdır, deniz ve yelken ortak noktalarımız.
Sizin de bununla ilgilendiğinizi bilmiyordum.
Aslında yarışçı olan Can, ben daha çok amatör olarak yapıyorum. Biz Kalamışlıyız. Deniz ve balıkla büyüdük. Çocuklukta kullandığımız tekne şimdi Koç Müzesi'nde; 100 yılı aşmış, asırlık bir teknedir. Bizim ortak bir teknemiz var. En son iki sene evvel Can, Can'ın oğlu Ali, ben ve oğlum Mehmet uzun seyahatler yaptık.
Yelken dışında da düzenli spor yapıyor gibisiniz. Vücudunuza özen gösteriyorsunuz...
Evet, hâlâ koşuyor ve ağırlık çalışıyorum.
"Hangimiz daha Türküz, siz karar verin"
Eşiniz Amerikalı, ara sıra burada yaşamaktan şikayet ediyor mu?
Amerika doğumlu ama buraya geleli 30 seneyi geçti. Kızcağızı 30 sene önce getirdik. 2000 yılında ben Coca-Cola için Viyana'ya tayin oldum, çocuklar da Amerika'ya okumaya gitti ama eşim işini bırakmak istemedi ve burada kaldı. Hangimizin daha Türk olduğuna siz karar verin.
İlk gördüğünüzde aşık olmuşsunuz, nerede tanıştınız?
Onun evinde. Can bir gün, "Haluk'u ziyaret et, Amerikalı bir aileyle kalıyor" dedi. Ann'i orada gördüm. Hakikaten görüş o görüş.
Peki çocuklarınız sizden hiç etkilenir mi?
Aramız çok iyi, ikisi de arkadaşım gibidir. Ben hiçbir zaman onlara "Şunu yapın" demedim. Belli bir yaştan sonra zorlayıcı olmamaya ama yardımcı olmaya çalıştım. Tabii dolaylı olarak mutlaka etkilenmişlerdir benden.
Robert Kolej sizin gençliğinizi nasıl etkiledi?
Bir müdürümüz vardı mesela, bize çok cesaret verirdi. Vefat etmeden evvel bana hazırlık sınıfındayken yazdığım bir dilekçeyi çerçeveletip gönderdi. 58'de yazmışız. Ben orada diyorum ki, "Bir roket takımı kuracağız. Bize bir oda tahsis edin". Adam da tahsis etmiş, bunun yerine "Çağırın şu salağı, roket atmak da ona mı kalmış?" deyip iki tokat atabilirdi.
Eğitim sadece kitaplarda okutulan bir şey değil, özellikle bir davranış tarzıdır. Temelinde özgüven ve merak uyandırmalı. Ben insanın genetik olarak meraklı doğduğuna inanıyorum.
"Aktif hayata alışanlar politikada sıkılabilir"
"Aslında siyasetle uğraşmak beni maddi-manevi bitirdi" demişsiniz.
O kadar keskin mi söylemişim?
Evet ama benimki daha çok sezgisel bir merak. Nedense sizin siyaset için fazla "steril" olduğunuzu düşünüyorum.
Öncelikle, Allah'a şükür maddi-manevi bitirmedi. Hayat sürdü ama bir mutsuzluk dönemi de yaşadım çünkü bir işe yaramadığımı hissettim. Ben kamu hizmetinden bir şekilde zevk alıyorum, zaten almasaydım Türk Hava Yolları'nda onca sene çalışmazdım. Ama tabii siyaset aslında çok kutsal olacak bir şeyken...
"Siyasetle ilgili hiçbir pişmanlığım yok"
"Türkiye'de maalesef böyle yapılıyor" mu diyorsunuz?
Bir kere biz muhalefetteydik. Ayrıca bizdeki Meclis sisteminde muhalefetin rolü çok sınırlı, bütün yasalar hükümetçe çıkarılıyor. Hangi parti iktidarda olursa olsun muhalefet Meclis'te çok ciddiye alınmıyor. O açıdan Türkiye'de muhalefet milletvekili olmak kolay değil. Yasaların üretilmesinde milletvekillerinin rolleri de sınırlı. Eğer siz de çok aktif bir hayata alışmışsanız siyasetten biraz sıkılabiliyorsunuz.
Prensip itibarıyla hayata bakışınız Meclis'teki milletvekilleriyle örtüşmemiş olabilir mi sizce?
Meclis biraz ticaret gibiydi, o açıdan siyaseti yadırgamadım. Türkiye'de ticaret yaptığım için gördüm ki Türkiye'nin coğrafyasında ticaretle siyaset o kadar da farklı değil. Ayrıca bence Türkiye'nin dokusunu oldukça iyi yansıtan bir meclisti. Meclis'te her türlü insan var, herkesin birbirine saygı duyması lazım.
Çok da saygı duyulmuyor, her gün izliyoruz. Tam da bunu söylemeye çalışıyorum.
Bir miktar karşıtlık, gerginlik demokrasi için önemli ama burada fikirlerin çatışması bir müddet sonra kişilerin çatışmasına dönüyor. Onu da zamanla öğreneceğiz.
Peki, netice itibarıyla pişman mısınız?
Hayır, siyasetle ilgili hiçbir pişmanlığım yok. Pek çok deneyim ve dost kazandım.
Eminim düşman da kazanmışsınızdır.
Çok değil. Yani siz içinizden birilerine düşmanlık hissetmezseniz insanlar da size karşı düşmanlık hissetmiyor. Demokraside herkesin bizim gibi düşünemeyeceğini kabullenmemiz lazım. Yoksa zaten uzlaşmaya falan ihtiyaç yok, hepimiz aynı kumaştan olurduk.
Siz bugünlerde Türkiye'de yaşanan karamsarlıkla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben bu geçirdiğimiz dönemin Türkiye'yi ve demokrasimizi olgunlaştırdığına inanıyorum. Bugünlerden muhakkak dersler çıkarılacaktır.
"Özal'ın çizdiği çerçeveye bugün hâlâ inanıyorum"
Çoğunluk sizin kadar ümitli değil.
Ciddi bir parlamento krizi sürecinde Türkiye, seçim kararı alarak krizin enerjisini boşalttı. En iyi hakem olan seçmene de hızla hücum etti. Bu fena değil. Yani ülkemizde uzayan bir parlamento krizi, çirkin pazarlıklar vs. olmadı.
Ayrıca bu yaşanırken aynı zamanda demokrasinin çok önemli parçası olan sivil toplum örgütlerinin de bir hareketlilik var. Türkiye tarihinde görülmemiş çapta mitingler oldu ve bunların hepsi sükunet içinde geçti. Bunlar fena şeyler değil.
ANAP sizinle görüşüyor mu?
Yok canım, ayrıca ANAP'ın adı unutuldu, bizim adımız hayli hayli unutulmuştur.
Gençler sizden "Özal'ın prenslerinden birisiydi" diye söz ediyor. Bundan rahatsızlık duyuyor musunuz?
Hayır, netice itibarıyla ben Özal'ın tanıdığı fırsat sayesinde bürokrasi hizmeti yapma imkanı buldum. O zaten beni Meclis'e taşıdı ama daha da önemlisi ben o dönemde Turgut Özal'ın çizdiği yön ve çerçeveye inanıyordum, bugün hâlâ inanıyorum. Hiçbir rahatsızlığım yok. Bence o zaman Özal da, Özal'la çalışanlar da memlekete çok iyi hizmet etti.
"Herkes bir şeyler önerebilir ama kararları bir kişi alır"
"Ekiple birlikte yaptığımız işlerin unutulmamasını istedim. Kurumun hafızasının kayda geçmesi önemli; bir de yazmaktan zevk alıyorum"
Teknolojiyle aranız nasıl? Kitabınızda Özal'la yeni teknolojiler üzerine sık sık sohbet ettiğinizi yazmışsınız.
O dönem Türkiye ihracata yeni açılıyordu. 1980'li yılların başlarında ben Komili'deyken Türkiye'ye ilk defa Macintosh'u getirdim. Düşünün cep telefonu yok, internet yok. Pat diye masaüstü bir bilgisayar çıktı... Turgut bey o yenilikten etkilendi ve hemen kullandı.
Son 25 yıl içinde hayata bakışınızda radikal değişiklikler oldu mu?
Ben iş hayatında birkaç kompartımana girdim. Önce bir Türk şirketini yönettim sonra bir kamu şirketi ondan sonra da uluslararası bir şirket... Sonuncusu benim için bir yenilikti; kendimi geliştirmemi hem mecbur hem de mümkün kıldı.
Hepimizin önyargıları vardır muhakkak. Etnik olur, dinsel olur ama "Benim hiç önyargım yok" diyen insana ben inanmam. Önyargılarınız ve inançlarınız sizindir ama ekip olarak çalışırken böyle bir lüksünüz yok.
Siz duygularınızı göstermekten ürküyor musunuz?
Hayır, hatta bazen çok duygusal olduğumu söylerler.
Duygusal olmakla neyi kastediyorsunuz?
Şimdi bunu yazmayın da söyleyeyim, ben çok ağlarım mesela.
İstemezseniz yazmam tabii ama ne sakıncası var ağlamanın?
Tamam yazabilirsiniz, o zaman şöyle söyleyeyim, duygusallığın tanımını sordunuz. Evet, gözlerim hemen yaşarır.
İş hayatında bu özelliğinizi saklıyor musunuz?
İş hayatında objektif olmanız gerekir ama bu duygusal olunmaz manasına gelmiyor.
"Üretmediğim bir hayatı katiyen düşünmüyorum"
Kitabınızda THY döneminizde Semra hanımın onun istemediği bir atamayı yapmadığınız için sizi Cumhurbaşkanı'na şikayet ettiğini söylemişsiniz. Ama sanırım sonra özür dilemiş.
Evet, ona benzer bir şey oldu. Gönül koymadı yani.
Peki, yöneticilik yaparken tarafsız olabiliyor musunuz?
Olmaya çalıştım ama mutlaka birilerinin hakkını yemişizdir. Hatalarımı biliyorum ben. Benim karar modelimde her şey konuşulur ancak hep beraber karar almaya inanmam. Herkes önerebilir ama bir kişi kararları alır.
Hatalarınızla kolay yüzleşir misiniz?
Pat diye herkesin gözü önünde itiraf etmem ama ben her hatamdan bir şey öğrendim, ikincisi de o hatadan sonra çabuk toparlandım. Belli bir oranda hata yapacaksınız. Yoksa zaten ürkek, suya sabuna dokunmayan bir kişilik olursunuz.
Neden emekli olmayı tercih ettiniz?
Ben hâlâ değişik projelerde çalışıyorum aslında. Böyle katı bir geçiş, üretmediğim bir hayatı katiyen düşünmüyorum.
Niye "katiyen", boşlukta olmak sizi ürkütüyor mu?
Hayır, ben 60 yaşındayım. Allah sağlık verdiği sürece insan üretmeye çalışmalı.
Evde oturup sadece kitap da yazabilirsiniz.
Onu zaten yapıyorum. O açıdan ben kendimi şanslı görüyorum. Hayatta hiç bastırıp bekleyeyim de sonra emekli olunca yaparım gibi bir sorunum olmadı. Denize merakım vardı, zaman buldukça çıktım. Kitap yazmaya merakım vardı, zaman buldukça onu yaptım. Allah'a şükür, zaten işim beni dünyanın bir sürü ülkesine götürdü. Daha ne olsun?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)