Perşembe, Ağustos 30
Eczabaşı: Satmaktan başka yol yok
78 yaşındaki duayen işadamı-sanatçı Şakir Eczacıbaşı, Türk şirketlerinin yabancılara satışı ve özelleştirmelere ilişkin şu yorumu yaptı: Türkiye'nin elinde bir şey kalmıyor diye çok kızanlar var. Ama küreselleşmiş dünyada başka bir yol da yok!..
Şelale Kadak'ın röportajı
'Demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk tüm insanlığın özlemini duyduğu ortak değerler ve ancak sanatın özgür ortamında yeşerebilirler..." Bu yıl 35'inci yılını kutlayan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV) tanıtım kitapçığı bu cümleyle başlıyor. Dile kolay, 34 yılda vakıf 62 ülkeden 37 bin 900'ü aşkın sanatçıyı ve 2 bin 720 gösteriyi 3 milyon 265 binin üzerinde izleyiciyle buluşturmuş; 25 yılda 2 milyon 400 bin sinemaseverin 107 ülkeden toplam 2 bin 919 filmi izlemesine olanak sağlamış.
Sophia Loren, Gerard Depardie ve Catherine Deneuve gibi dünyaca ünlü oyuncuları İstanbul'da ağırlamış. Düzenlediği bienaller, tiyatro festivalleri ve yurtdışında yapılmasına önayak olduğu 'Türkler' gibi önemli sergiler sayesinde Türkiye'nin dünyada daha iyi tanınmasına yardımcı olmuş. Kısacası İKSV, onca siyasi dalgalanma ve ekonomik krizle büyük zig zaglar çizen Türkiye'nin kültür sanatla biraz olsun nefes almasına ve bir anlamda dedikleri gibi sanatın özgür ortamı arttıkça daha çok demokrasiden söz etmemize sebep olmuştur.
İşte, İKSV Türkiye için böylesine önem taşıdığından, bu hafta Misafir Odası'nda, aslında 'duayen bir sanayici' olmasına rağmen sanatçı kimliğiyle anılmaktan çok daha mutlu olan ve kardeşi, İKSV'nin kurucusu Nejat Eczacıbaşı'ndan aldığı bayrağı daha ileri taşımak için çok çalışan bir isme, Şakir Eczacıbaşı'na mikrofon tuttum...
* Ekonominin gidişatından memnun musunuz? Yabancı sermaye girişinde büyük artışlar yaşanıyor mesela...
Bir bakıma yabancı sermaye yararlı. Özelleştirme çok önemli. Bildiğiniz gibi devletin bürokrasisinin elinden iş çıkmaz hale geldi. Türkiye'nin elinde bir şey kalmıyor diye çok kızanlar var. Ama küreselleşmiş dünyada başka yol da yok.
* Kendi grubunuzda da şirket satışları oluyor...
Oluyor. Çok üzüldük. O başka bir mesele.
* Yabancı sermayenin faydasına inanıyorsunuz. Eczacıbaşı'ndaki satışlara üzülmeniz duygusallıktan mı kaynaklanıyor öyleyse?
Yaşımdan olabilir. Duygusal olabilirim. Ama işin içinde olmadığım için yorum yapmam yanlış olur. Fakat dünya küreselleşirken, ben küreselleşmiyorum demekle bir yere gelinemez. Bir zamanlar bunlar oldu; bakın, AB'ye girmemiz ne kadar gecikti.
* Siz sanata gönül vermiş bir işadamısınız aslında. Peki mecburiyetten mi uzun yıllar Eczacıbaşı Holding'de çalıştınız?
42 yıl çalıştım. Ama hiçbir zaman sanattan kopmadım. Babamın etkisiyle eğitimim de işimle ilgili oldu. Bana kalsaydı doğrudan sanatla ilgilenirdim. Ama tabii hiç şikayetçi değilim. Orada da çok işler yaptık. Sonra sanılır ki sanayide hiç yaratıcılık yoktur. Oysa orada da yaratıcılık vardır. Sanatsal değil, başka türlü bir yaratıcılık vardır. Mesela, Vehbi Koç çok yaratıcı bir insandı. Ama bugün yeniden bir fırsat verilse bana, yine sanat alanında eğitim görür, sadece bu alanda çalışırım.
* Fotoğrafa tutkun olduğunuzu biliyorum. Peki ağabeyiniz Nejat Eczacıbaşı neye meraklıydı?
O, müziğe meraklıydı. Zaten İKSV'nin ilk şenliği müzik ağırlıklı İstanbul Festivaliydi. Nejat Eczacıbaşı, kuruluşundan, yani 1973'ten 1992'ye kadar başkanlığını yürüttü. Ayrılmadan önce yönetim kurulu üyelerine mektup yazmış ve benim gelmemi istemiş.
* Bu yıl 35'inci yılı kutlanıyor vakfın. Dünyada pek çok festival düzenleniyor. Sizce İKSV düzenlediği festivallerle dünyada farklı bir konuma geldi mi?
Dünyada binlerce festival var. Sadece sinemada 1.800 tane festival var. Caz da yine öyle. Müzikte belki biraz daha az. 150 tane bienal var. Ama yapılan bir araştırma daha çok yeni olmasına rağmen İKSV'nin düzenlediği İstanbul Bienali'ni yaratıcılıkta ikinci sıraya yerleştirmişler. Düşünün yılların Venedik Bienali bile daha geri sıralarda. Onun için biz her alanda çok önlerde bulunuyoruz.
BARTOLİ'DEN NEW YORK'TA ÖVGÜ DOLU KONUŞMA
* Eskiden New York Times gibi önemli gazetelerin sanat takvimlerinde yer almazdı Türkiye'nin festivalleri. Ama şimdi durum tam tersi galiba...
Hatta biliyorsunuzdur belki, ekler dahi çıkarıyorlar artık. Wall Street Journal geçen yılın bienali için özel ek çıkarmıştı. Reklamdan çok daha önemli bu. Reklam normal turistler için önemli olabilir belki. Fakat yapılan istatistiklere göre, sıradan bir turist 1 dolar bırakıyorsa, kültür turisti 14 dolar bırakıyor. Çünkü onlar Türkiye'ye gelince bir tatil köyüne yerleşip, üç öğün yemek yiyip, güneşlenip gitmiyorlar. Kültür ve sanat programlarını da takip ediyorlar. En iyi restoranlarda yemek yiyip, müzeleri dolaşıyorlar. İşte kültür turisti de reklamların etkisiyle kararını vermez.
* Türkiye tanıtımı adına aklınızda kalan önemli bir konuşma var mı mesela?
Olmaz mı! Mezosoprano Cecilia Bartoli geçen yıl New York'taki konserinden önce öyle bir konuşma yaptı ki mesela, ancak bu kadar iyi Türkiye tanıtımı olur. 'Şaşırdım. İstanbul'da öyle bir karşıladılar ki kıyamet koptu. Bu kadar güzel bir kent, bu kadar anlayışlı ve coşkulu insanlar başka yerde zor bulunur. Kendime şaşıyorum, beni kaç kere çağırdılar; neden daha önce gitmedim' demiş. Böyle konuşmalar çok olmaya başladı. Tabii böyle insanların gelip gitmesi başlı başına bir haber.
* Eczacıbaşı Grubu kurucuydu. Ama şimdi müzikte Borusan ismi öne çıktı...
Eczacıbaşı Topluluğu'nun desteği elbette devam ediyor. Ama bugün festivallerimize birçok kuruluş daha destek veriyor. Örneğin; Garanti, Borusan, Akbank...
Bülent ve Faruk iki kardeş işini çok iyi yapıyorlar
İKSV para sıkıntısı yaşıyor mu?
Hep var. Çünkü hep yeni projelerin peşinde koşuyoruz. Durmuyoruz.
* Kapı kapı dolaşıyor musunuz?
Kapı kapı dolaşmıyoruz. Kapı kapı dolaşmak bağış içindir. Bizim yaptığımız şirketlere, kurum kimliğini tanıtma hizmeti vermek. Şirketler İKSV ile proje yaptıkça bulundukları ülkenin kültür ve sanatına katkıda bulunduklarını da gösteriyor.
* Bu yıl müzikte en büyük sürprizlerden biri Norah Jones galiba...
Sürprizlerden biri Norah Jones. Bu yıl 35. yılımız, çok özendik festivallerimize.
* Eczacıbaşı'nın ajandaları çok meşhurdu. Şimdi onlar kitaplara dönüştü. Bu yılki kitabın konusu ne olacak?
Bu yıl oyuncular. Her türlü oyuncu. Ama oynarken.
* Yeğeniniz Bülent Eczacıbaşı'yı iş hayatında başarılı bulur musunuz?
İşini çok iyi yapıyor ki kardeşi Faruk'la birlikte, bu kadar iyi yürüyor şirketler.
* İstanbul Modern Sanat nasıl?
Gayet iyi gidiyor.
* İKSV'den ayrılması iyi mi oldu?
İyi oldu. Herkes kendi işini yapıyor şimdi. Oya ve Bülent hep müze kurmak istiyordu. Bizim katkılarımızla kuruldu. Onlar şimdi müzeye yoğunlaştı. Bizim de çok işimiz var. İKSV 2 bin dolayında sanatçının katıldığı beş festival, 350 etkinlik yapıyor yılda. Bir de Avrupa, Türkiye'nin kültür ve sanatını tanıtan şenlikler yapıyor.
Cumhuriyetin birçok unsuru mıhlanmış durumda, üzgünüm
* Türkiye yine bir seçime gidiyor. Siz neler düşünüyorsunuz?
Türkiye doğru dürüst yönetilirse eğer, geleceği çok parlak. Birtakım politikalarında kesinlikle hem fikir değilim ama tek parti hükümeti Türkiye için iyiydi. Koalisyonlar Türkiye'yi çok yıprattı.
* Ama ufukta yine bir koalisyon görünüyor...
Öyle görünüyor. Tabii onun da bir faydası var bizim gibi bir ülkede. Değişik açıları getirmek bakımından... Fakat siz de bilirsiniz, herhangi bir işte tek sorumlu olursa işler çok daha iyi yürür.
DÖRT YILDA BİR OY VER BU DEMOKRASİ OLAMAZ!
* Mitingler için ne düşünüyorsunuz?
Çok faydalı ve önemli buluyorum. Çünkü sivil toplum artık bu çağda çok önemli. Sivil toplumun geliştiği oranda demokrasiler gelişiyor dünyada. Sivil toplum olmasa, hiçbir hükümet dünyada bunca olayın altından kalkamaz. İkincisi, böyle oy verip dört yıl bekleyip, ondan sonra yine oy vermek demokrasi değil. Yani daima parlamentoya müdahaleniz, katılımınız olması lazım. O bakımdan da çok önemli. Düşünün ABD'de nüfusun yüzde 69'u bir sivil toplum kuruluşuna üye. Kural olarak da bu insanlar haftada dört saatini ayırıyor bu örgütlere. Avrupa Birliği'nde de son beş yılda sivil toplum örgütlerine katılım yüzde 20 oranında artmış. Bizde hiç yoktu ama şimdi artmaya başladı. Yüzde 5-6 civarında.
* Siz gittiniz mi mitinge?
Ben yaşım gereği katılamadım. Ama etrafımda giden çok oldu. Ben şu yönden olumlu buluyorum: Halkın, kamuoyunun sesini çıkartması lazım. Bir şeyi efendice dile getirmesi lazım. Bugüne kadar gördüğümüz hep kırıp dökme, kana bulayarak değil, çıkıp 'ben buna karşıyım' diyebilmesi lazım. Biz bunu gördük.
* Cumhuriyetle ilgili bir endişe duyuyor musunuz?
Ben duymuyorum. Bu kadar yol sonra, Cumhuriyetin birçok unsuru artık mıhlanmış durumda. Korku belki ilk yıllarda vardı. Hatta 50'lerde, 60'larda bile vardı. Ama onları geçtik. Fakat şunu da unutmamak lazım: Bir insan sadece korktuğu için meydanlara çıkmaz. Yaşam biçimine fazla müdahale edildiği için, rahatsız olduğu için, inançlarına karşı geldiği için insanlar böyle şeyleri yapar. Belki bunları her zaman da ifade edemiyorlardı. Ben meydanlarda çok şeye karşı çıkmak için yüründüğünü düşünüyorum. Mesela işsizlik korkusu olanlar da oradaydı.
Koç neden siyasete
Koç ailesi neden siyasete girmiyor?
Koç Ailesi neden siyasete girmiyor? Rahmi Koç'a göre türbanlı First Lady olur mu?
Siyaseti hiç düşündünüz mü?
Düşünmedim hayır.
Vehbi Koç CHP üyesiydi değil mi?
O zaman CHP tek partiydi. İsmet Paşa rahmetli babamdan rica etmiş. O da üye olmuş. Ne zaman ki Demokrat Parti kuruldu, Adnan Menderes'ten başlayarak babama büyük tazyik oldu. O kadar ki bunlar işimize tesir etmeye başladı. Yani müfettişler geliyor, hesaplarımızı kontrol ediyor, işler yürümüyor. İsmet İnönü'nün de muvafakatini alarak babam istifa etti. Ama Demokrat Parti'ye hiçbir zaman geçmedi. O günlerde çektiği sıkıntıdan dolayı bize vasiyet ve nasihat etti “Katiyen siyasete bulaşmayın, dokunmayın” diye... Biz de onun sözünü tuttuk. Yalnız rahmetli kızkardeşim Sevgi Gönül Beşiktaş Belediye Meclis Üyesi'ydi, fazla kalmadı. Ama tabii siyasilerin ne yaptığını falan çok yakından takip ediyoruz.
Şu anda da kritik bir dönemden geçiyoruz. Cumhurbaşkanını seçemeden genel seçime gidiyoruz. Neden bu noktaya gelindi sizce?
Buna gelmeden geri gitmek lazım. Seçim Kanunu, Partiler Yasası, parti başkanlarının mutlak hakim olmaları, onların verdiği listeye göre milletvekili seçilmesi, milletvekilinin kendini seçen halka değil de kendini tayin eden başkana kendini sorumlu görmesi ve buna göre yapılan seçimde AKP'nin kazandığı sandalye sayısı... Bunların hepsini mütalaa etmek lazım. Şimdi efendim “halk seçsin” diyorlar cumhurbaşkanını...
Seçmeli mi sizce?
Ben şundan endişe ediyorum. Zaman zaman cumhurbaşkanı ile hükümet arasında anlaşmazlık oluyor. Eğer halk ikisini birden seçerse cumhurbaşkanı kendini daha kuvvetli ve mesul hissedebilir. Şimdi çok daha yumuşak olan o geçinme sıkıntısı daha şiddetli olabilir. Yani işi yarı başkanlığa kadar götürebilir.
Hazır değil mi Türkiye?
Türkiye başkanlık sistemine hazır değil. Başkanlık sisteminde hukuk sistemi çok iyi çalışmalı. İcabında reisicumhuru çağırıp sual sorup “Tehlikeli adamdır kenara alınsın” diyebilmeli. ABD'de bu var. Zaten onun için yürüyor bu sistem. Senato'da, Kongre'de, hukukta öyle güçler var ki bunlar çok kuvvetli olan başkanı bile dizginleyebiliyor. Bizde o sistem yok, olmadığına göre başkanlık sistemi bizim için ideal bir tarz olmayabilir.
Bu sürece cumhurbaşkanı seçilemediği için girildi. Yeni parlamento da bu konuda uzlaşmaya varamazsa ne olacak?
Bence AKP'den başka Meclis'e ya iki ya üç parti girecektir. Öyle olduğu takdirde cumhurbaşkanı ismi üzerinde anlaşmaya varmaları lazım. Hatta kimi zaman “belki de kısa zamanda iki reisicumhur seçme durumunda kalacağız. Yeni Meclis birini seçecek, şayet halka gidilirse bir de halk yeni bir cumhurbaşkanı seçecek, öbür cumhurbaşkanının işi bitecek” diyorlar.
Bu süreç belli ki bir şeyler götürdü Türkiye'den ama mitingler ve solda ve sağda işbirlikleri bu sürecin getirileri diyebilir miyiz?
Mitingler gayet centilmence oldu. Hiçbir arbede, taşkınlık olmadı. Öbür taraf da mesajı aldı zannediyorum. Ama gene iş sandıkta bitecek tabii. Şimdi onu hep bir ağızdan söyleyenler, hep bir ağızdan oy verse başka türlü olur.
“AKP, DERVİŞ'İN PROGRAMINA SADIK KALDI, AKILLICAYDI”
Mitinglerde AKP karşıtlığı öne çıktı, ortak endişe de laikliğin tehlikede olduğuydu...
Sayın Başbakan “Bu cumhuriyet laiktir” diyor. Tabii sözüne itimat etmemiz lazım. Ama diğer taraftan görüyoruz ki 19 Mayıs'ta eldivenlerle, eşofmanlarla idman yapmışlar, bakıyorsunuz 20 sene önce şortlarla... Ondan sonra, başı sarılı, tesettürlü kişi sayısı artmış, efendim mayo reklamlarına izin verilmiyor. Bazı yerlerde içki servisi yapmıyorlar. Bir oraya, bir de söylenene bakıyorsunuz, ikisi birbirini tutmuyor. Muhakkak ki daha muhafazakâr İslama doğru bir kayış var. Ama bunun derecesi nedir bilemiyorum. Öbür taraftan da ekonomiyi çok iyi idare ediyorlar, dört senede koalisyon hükümetlerinin 20 senedir yapmadığı şeyleri yaptılar.
Türbanın Köşk'e çıkmasını nasıl karşılarsınız?
Efendim bir anayasamız var, bir “dress code” dediğimiz giyim kuşam tarifi var değil mi? Atatürk'ün getirdiği... Kamusal alanlar tarif edilmiş. Şimdi böyle bir tarif varken cumhurbaşkanının eşinin türbanlı olması, bütün bunlar bir kenara atılıyor demektir ki, bu olmaz, kabul edilemez. Diğer taraftan da demokrasi var diyoruz. Demokratik bir seçimle gelirse o zaman ne yaparız, doğrusu buna cevap vermek zor. Ciddi bir sorun.
O noktada “laikliği korumak için demokrasi dışı adımlar atılabilir mi” sorusu çıkıyor ortaya...
Türkiye laik olmalıdır. Başka türlü olması mümkün değil. AB'ye entegre olmalıyız. Ortadoğu'ya doğru kaymamak gerek.
Yabancı ortaklarınız ne diyor bu gelişmelere?
İdare Meclisi'nde dört tane yabancı üyemiz var, dördü de ABD'den tutun da en katı İslam hükümetlerine kadar olan piyasalarda iş yapmış insanlar. Dolayısıyla bunlar daha rahat kabul ediyorlar ekonomi rayından çıkmadığı sürece... Onların anlayışı “demokrasi varsa herkes istediği gibi giyinir.” Yani AB'nin anlayışı gibi. Halbuki Anayasa'da bu belirlenmiş.
Bu seçimlerde halkın tercihlerini ne belirleyecek? Ekonomi mi, laiklik tartışmaları mı?
AKP ekonomiyi iyi idare etti. IMF ve Derviş programına sadık kaldılar, ki çok akıllıca bir iş. İkincisi de tek parti olmanın avantajını kullandılar. Süratli karar aldılar. Ama “bu iyilik sokaktaki insana sirayet etmedi” diyorlar. Bir hakikat daha var. İşler kötü gittiği zaman hepimiz daraldık ve az adamla çok iş yapmayı mecburen öğrendik. İşler açılınca birdenbire tekrar eleman almıyoruz. O bakımdan işsizlik hâlâ memlekette mevcut. Diğer taraftan, hem işsizlik var hem de istediğiniz işe istediğiniz gibi bir adam bulamıyorsunuz. Seçimlerde oy verecek insan “benim karnım aç” deyip onu mu düşünür, yoksa tesettürü mü, tayin etmek zor.
“AB HAKKINDA İKİ BÜYÜK HATA YAPTIK”
Türkiye IMF ve AB çapalarını güçlendirmeye mi çalışmalı; yoksa kendi çapasını mı yaratmalı?
IMF'nin verdiği kredinin miktarı önemli değil. Onun verdiği endikasyon “Türkiye ekonomisi benim istediğim gibi. Ben yeşil ışık yakıyorum, başka yatırımcılar da Türkiye'ye kredi verebilir” anlamı taşıyor. IMF olmadan da biz bu kriterlere sadık kalabilirsek...
Kalabilir miyiz?
Şimdiye kadar kaldılar. Tabii burada Kemal Derviş'in büyük faydası oldu. Bundan sonra o kriterlere sadık kalınırsa IMF olsa da olur olmasa da olur.
Peki AB?..
Büyük hatalar yaptık biliyorsunuz. Erbakan ile Ecevit döneminde dediler ki “gelin katılın”... “Biz şimdi AB'ye girmek istemiyoruz” cevabı verildi. İkinci büyük hata da Çiller zamanında oldu. Seçimlerde puan almak için iyi müzakere edilmeden Gümrük Birliği'ne girdik.
Hata mıydı?
Gümrük Birliği'ne girmek değil, karşılığına bir şey almadan girmek büyük hata oldu.
Türkiye'nin AB şansı giderek zayıflıyor mu?
Önümüzdeki 10 seneye bağlı. 10 seneye de, ne Sarkozy kalır ne Merkel... AB'nin bile ne olacağı belli değil. Sanırım 10 yılda AB iki kademe olacak. Kuruculardan çekirdek bir grup üye ve sonradan gelen daha zayıf ve genç üyelerden oluşan bir dış kadro...
Süzer: Gökkafes’in Laneti
Gökkafes, Süzer Ailesi için adeta Tutankamon'un lanetine dönüştü. İşte Süzer ailesinin başına gelenler....
Burak Mavi/Hülya Ödemiş'in Forbes Dergisi'ndeki röportajı
On yıldır devam eden yaygara bu soruyu açık açık sormayı gerektiriyor: Süzer Ailesi gerçekten mağdur mu? Yoksa bunca gürültü bir tamahkarın yakınmalarından mı ibaret?
Son on yılda hangi büyük yatırıma girdilerse yakalarını kamu otoritelerinden kurtaramadılar. Süzer Grubu, 1998 yılında Soma ve Orhaneli Termik Santralleri'nin işletme hakkını 355 milyon dolara satın almıştı. Amerika'nın büyük enerji kuruluşlarından -Warren Buffet'ın satın aldığı- PacifiCorp ile ortaklık kurup santralleri beraber işletecekti. Ama daha önemli bir şey olmuştu:
PacifiCorp Başkanı W. Buckman ve Süzer Grubu ile iki milyar dolara varan yatırım için sözleştiklerini Türk Cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa'da işbirliği yapacaklarını açıklamıştı.
Grup bu işbirliği ile son derece çarpıcı bir büyümenin eşiğindeydi. Ne var ki bu anlaşma aniden iptal edildi. 1997 yılı sonunda Süzer Grubu'nun cirosu 2 milyar doları henüz geçmişti. Şimdilerde adı değişen grubun çatı şirketi Eksen Holding'in (eski adı Süzer Holding) icra kurulu başkan yardımcılığını yürüten Baran Süzer, 1997 sonunda İstanbul Ticaret Odası verilerine göre en büyük sermayeye sahip dördüncü grup olduklarını hatırlatıyor. 1998 yılında ise iki milyar doların üzerindeki aktif büyüklükle Türkiye'nin en büyük 10'u içinde yer aldıklarını söylüyor.
Baran Süzer
Süzer, “O dönem Kent TV adında bir televizyon kanalımız vardı ama biz işletmiyorduk, frekansını kiraya veriyorduk. Bir ara adı Joy TV oldu, daha sonra da Maxi TV. O yıl bir kanun çıkarmışlar 'medya şirketi sahibi olanlar özelleştirmeye giremez' diye. Bizimle ne alakası var. Gittiler koskoca santrale el koydular” diyor. Süzer Grubu ihaleyi kazanmış, işletme ve dağıtım haklarının şirketlerine devrini beklerken bu tatsız sürprizle karşılaşmıştı. Bu karardan dolayı 83 milyon dolar maddi zarara uğradığını iddia eden grup, Uluslararası Ticaret Odası (ICC) nezdinde tahkim davası açtı. Bu dava nihayet 17 Mart 2005'te sonuçlandı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yaklaşık 35 milyon dolar tazminata mahkum edildi.
Ama bundan önce daha büyük çapta bir yıkım yaşadı Süzer Grubu. 2001 yılında bankacılık operasyonu yapılmış Süzer Grubu da oluşan karmaşadan payına düşeni fazlasıyla almıştı. 1992 yılında kurulan ve 2001 yılı şubat ayına kadar hakkında herhangi bir olumsuz rapor olmayan Kentbank, dalgalı kura geçiş sonrasında kısmen sorunlu hale gelmesi nedeniyle mart ayından itibaren izlemeye alınmıştı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) izlemeye aldıktan dört ay sonra yani 2 Temmuz'da Kentbank'ı uyardı ve bir hafta sonra da TMSF bankaya el koydu.
Baran Süzer, “Bir kriz oldu ve bankanın sermayesi birden yarıya iniverdi. Hemen sonrasında bize 'Bankaya 50 milyon dolar aktarın yoksa el koyacağız' dediler. Bu parayı ödeyeceğimize dair bir anlaşma imzaladık BDDK ile. Anlaşmayı imzalamamıza rağmen üç gün sonra bankaya el konuldu. Dava açtık ve hukuki süreç bitene kadar bankayı dağıtmamalarını istedik. Buna rağmen banka şubelerimiz 10-15 bin dolara satılmaya başlandı. Kalanıysa Bayındırbank ile birleştirildi. Davayı kazandık ama artık ortada banka kalmamıştı” diyor.
Süzer Grubu hemen Danıştay 10'uncu Dairesi'nde TMSF'nin el koyma kararının iptali için dava açtı. Danıştay 10'uncu Dairesi davayı esastan reddetti. Bunun üzerine dava bir üst kurul olan ve kararları bağlayıcı olan Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nda temyiz edildi. Sonuçta Genel Kurul da el konulma sürecini haksız ve hukuka aykırı bularak dairenin kararını kaldırdı. 2003 yılı sonunda gelen bu karar, Süzer için karanlık bir tünelin ucundaki ışık gibiydi. En azından itibarını kurtarabilecekti.
Baran Süzer, “Davanın bittiği gün Ankara'daydık. Kararı sevinçle karşıladık, ertesi gün bir toplantı yaptık. Bu sefer yabancı ortak alalım dedik. Yabancı ortaklık bir tür koruma sağlıyor bu işlerde. Şöyle planladık: Önce bir temiz kağıdı alalım. Borcumuzu kapatalım, TMSF'den ibramızı alalım BDDK'ya öyle gidelim diye düşündük. İki ay önce borcumuzun kalmadığını gösteren bir belge ile BDDK Başkanı Tevfik Bilgin'e gittim. Bu iş için bütçe ayırdığımızı ve bankacılık sektörüne yatırım yapmak istediğimizi söyledim. Eğer isterseniz yabancı ya da yerli ortakla da yapabiliriz bu yatırımı dedim” diyor.
İşte o gökkafes
BDDK'DAN BEKLENMEDİK CEVAP
Süzer, BDDK Başkanı Tevfik Bilgin'den hiç ummadığı bir cevap almış: “Bence bu sektöre girmeyin. Biz yeni lisans vermek istemiyoruz. Bu şekilde bankacılık sektörüne yatırım yapmak isteyenlerin, mevcut bankaları satın almasını dolayısıyla bankalarımızın değerlerinin yükselmesini amaçlıyoruz.'”
Baran Süzer'in artık bu savaşı kazanabileceklerine dair pek bir inancı yok. Bankacılık projesi belirsiz bir tarihe havale edilmiş durumda: “BDDK başkanı kendine göre haklı olabilir ama banka satın almak hiç mantıklı gelmiyor bize. Bankaların fiyatları ortada, böyle bir satın almayı yapamayacağımız açık. Kanuni haklarımız var ama bankadan vazgeçtik, lisansını bile geri alamıyoruz. Bu durumda ancak kurumların başındaki yöneticilere dava açabilirsiniz ama o da yasalar yoluyla korumaya alınmış. Bize kibarca 'girmeyin' diyorlar. Bu davaları açsak bu sefer çıkacak haberleri, başımıza gelecekleri düşünüyorum. Santral işinde haklı bulunduk ama ne kadar yıpratıldık. Süzer Plaza inşaatını bile kendi tapulu arsamız olmasına rağmen 18 yılda tamamlayabildik. Artık bu tür şeylerle uğraşmak istemiyoruz.”
Süzer Grubu 2001 yılında karşılaştığı bu krizdeki gidişatı sert ve yumuşak tedbirler alınarak değiştirmiş. Grup, bu tedbirlerle yere çakılmaktan kurtulup yumuşak bir iniş yapmak üzere süzülüyor.
AKTİF BÜYÜKLÜK 1 MİLYAR DOLARA GERİLEDİ
Şu anki aktif büyüklüğü 1 milyar dolara kadar gerilemiş durumda. Bu, on yıl önceki cirosunun yarısı neredeyse. Grubun gelirlerinin büyük kısmı gayrimenkul portföyünden kaynaklanıyor. Bunun dışında gıda, enerji ve hizmet sektöründeki yatırımları var. Gıda sektöründekiler şimdilik sayıları 70'i bulan Kentucky Fried Chicken ve Pizza Hut restoranlarından ibaret. Ayrıca küçük ölçekte bir doğalgaz dağıtım şirketi ve bir de servis şirketi var.
Bankaya el konulmasının hemen ardından grubun 'hasta koğuşu'ndan çıkmasını sağlayacak bir reçete yazılmış. Reçetenin yan etkilerinin, hastalığın kendisinden beter hale gelmemesinin tek nedeni ailenin sahip olduğu şişkin gayrimenkul portföyü. Baran Süzer, Kentbank'a el konulmasından hemen önce sahip oldukları arazi portföyünün değerinin 1.5 milyar dolar civarında olduğunu söylüyor. Bu portföyün yarısı arazilerden, kalanı ise fabrika ve binalardan oluşuyor.
Süzer, “Bankaya el konulmadan önce bu portföyü gayrimenkul yatırım ortaklığına dönüştürme fikrimiz vardı” diyor. Gayrimenkul işinde uzmanlaştığı
için Süzer Grubu'nun borçlarının temizlenmesi operasyonu da Baran Süzer'in omuzlarına yüklenmiş.
ARAZİLER SATILDI
Bunun için Bahçeşehir'deki arazisini 135 milyon dolara, Prestij Mall'u 55 milyon dolara satmak zorunda kalmış. Son olarak Sırtköy'deki araziyi satılığa çıkaran Süzer, bunu da 21 milyon dolara Dubaili Emaar Properties'e satmış. Satışı anlatırken 800 milyon dolara satılan Levent'teki Karayolları arazisinin ihalesinde Zorlu ile Emaar arasındaki kıyasıya rekabetin nedenini de açıklamış oluyor: “Zorlu ile Emaar, ilk olarak benim cep telefonumda kapıştı. Yurtdışındaydım ve gruplar iki ayrı telefondan tekliflerini yaptılar, artırmalar ardı ardına geldi ve rakam yükseldi. Neticede Emaar'a sattım araziyi. Gecenin bir yarısında bile telefonla arayıp yeni teklif verdiler.”
Süzerlerin arazi portföyü bu satışların ardından 1 milyar dolara yakın seviyelere gerilemiş durumda. Grubun borcunu sıfırladığı için yeni yatırımlara hazırlanıyor Baran Süzer ama acelesi yok: “Belediye başkanlarıyla görüştüm. Hepsi 'Gelin yatırım yapın, yardımcı olacağız' diyorlar ama bu tedavi sürecinin biraz daha devam etmesi gerekiyor. Çünkü beş yıl boyunca bu kadar sorun yaşamak bizi epey yıprattı.”
Gıda grubunda beklemekten yana olmayan Süzer, KFC ve Pizza Hut restoranların sayısının yakın zamanda 100'e çıkacağını söylüyor. Ayrıca gıda grubuna iki sene içinde üç yeni marka ekleyeceklerini belirtiyor
(gayriresmi olarak açıkladığı şekliyle markalardan birisi bir Fransız pastane zinciri, kalan ikisi ise fastfood odaklı olacak). Bu arada aile içinde bir görev paylaşımı olmuş. Mustafa Süzer, Houston'a yerleşmiş.
İKİZLER NE İŞ YAPIYOR?
Burada arazi geliştirme üzerine çalışıyor. İki oğlundan biri olan Serhan Süzer, Eksen Holding'in yurtdışı işlerini; Baran Süzer ise yurtiçi faaliyetlerini yürütüyor. Bankasına el konulan ve yıllardır mahkemelerle uğraşan Mustafa Süzer'in ikizleri yeniden oyuna girmek için babalarından daha istekli. Hizmet sektöründe faaliyet gösteren grup iştiraklerinden Taksim A.Ş. için yabancı ortaklık görüşmeleri sürdüren Süzer, ortaklık gerçekleştiği takdirde bu sektörde büyüyeceklerini söylüyor: “Bu şirketi Avrupa'nın en büyüklerinden HSG ile birlikte kurduk. Şirket bina yönetimi danışmanlık ve denetim, temizlik hizmetleri,
güvenlik, bahçe bakımı ve peyzaj gibi alanlarda faaliyet gösteriyor. Bankaya el konulmasından sonra HSG ortaklıktan çekildi. Şimdi birkaç büyük grupla görüşüyoruz. Özellikle hastane, baraj gibi yerlerin servisleri
konusunda know-how'larından yararlanmak istiyoruz.”
Bir yandan da Kuzey Irak'taki Coca Cola şişeleme fabrikası yatırımını takip ediyor Süzer: “Bu iş babamın bir arkadaşı aracılığıyla geldi. Coca Cola'nın da ortaklığa girmesi isteniyordu. Babam Tuncay Özilhan ile görüştü ve böylece bu ortaklığa dahil olduk. 40 milyon dolar civarında bir yatırım olacak bu. Dört ortağı var. Araplar, Tuncay Özilhan, biz ve yerel partner. Payımızın yüzde 20 olduğu bu yatırımda işin muhasebe tarafındayız. İşletmesinde yokuz ama hissedarız ve aynı zamanda yönetim kurulunda yer alıyoruz.”
İştirakleri arasında Bahçeşehir Gaz Dağıtım şirketi de bulunan Eksen Holding bu alanda da yatırım yapabilir. Süzer Grubu enerji pazarının bu kadar büyüyeceğini ilk gören şirketler arasındaydı. Bu strateji çerçevesinde
2000 yılında Süzer Enerji ve Dağıtım şirketi ile Royal Dutch/Shell Group şirketlerinden Shell International Gas Limited, Türkiye doğalgaz dağıtım piyasasında potansiyel iş imkanlarını geliştirmek üzere bir anlaşma imzaladı. Ama bankaya el konulunca bu ortaklık da rafa kalktı: “Ortaklığımız devam etmiyor ama Shell International Gas Limited yetkilileriyle altı ayda bir görüşüyoruz. Doğalgaz dağıtımı, yatırım yapmayı düşündüğümüz alanlardan biri. İyi bir fırsat yakalarsak ertelenen bu ortaklığı hayata geçirebiliriz.”
OTEL VE REZİDANS YATIRIMI
Buna ek olarak yurtiçi ve yurtdışında rezidans ve otel projelerine başlayabileceklerini söylüyor Süzer. Ortak olmak için teklifte bulunanlar da varmış. Ama tercihini yurtdışından yana kullanmaya daha hevesli görünüyor: “Artık büyük karların olduğu az gelişmiş ülkelere yatırım yapmak istemiyoruz. Amerika, Avrupa gibi kar marjlarının görece düşük olduğu ama hukukun işlediği, yatırımcının korunduğu ülkelerde yatırım yapacağız. Arazi geliştirme konusunda babam Houston'da bazı projeleri takip ediyor. Amerika'da çok popüler olmayan
yerlerdeki fırsatları takip ediyoruz.” Grubun son on yılını izlemek roller coaster'a binmek gibi bir şey. Sert düşüşlerin ardından şimdi bir kez daha tüm gayretiyle yükselmeye çalışıyor. Arazi satışlarından oluşan 'cankurtaran halatı' parasal olarak hırpalanan grubu ayakta tutmaya şimdilik yetti.
Süzerlerin korkuları geçmiştekinden çok daha büyük. Sonu gelmeyen dava süreçleri fazlasıyla yıpratmış. Temkinli adımlarla ilerlemeyi tercih ediyorlar. Kayıplarını ise kabullenmiş gibi görünüyorlar. Gökkafes'in gölgesi ise günahkar bir sır gibi holdingin üzerinde duruyor. Süzer'in “keşke yapımına hiç başlamasaydık” dediği Gökkafes, grup için adeta Tutankamon'un lanetine dönüştü. Süzer, 14 yabancı uyruklu yatırımcıdan parça parça satın aldığı arazi üzerine, 12 Eylül sonrası Bülent Ulusu hükümetinin atanmış belediye
başkanı emekli general Abdullah Tırtıl'ın verdiği ruhsatla yaptığı Gökkafes için vurulan ilk kazmadan (1982) bu yana davalarla uğraşıyor.
Forbes'un 'varyemez' zengini
1.1 Milyar dolar servetiyle Forbes listesine giren Suat Günsel'in ilginç yönleri....
Hacer Gemici'nin röportajı
Bu yıl Forbes'un en zenginler listesine 1.1 milyar dolar ile KKTC'den bir Türk de dahil oldu. Yakın Doğu Üniversitesi'nin sahibi Suat Günsel, klasik zenginlere pek benzemiyor... Günsel, 'Üniversiteden gelene benim param gibi bakmıyorum. Ne yatım, ne uçağım var. Zaten gerek yok ki. Sabah uyanınca doğan güneş herkes için aynı' diyor..
Forbes Dergisi'nin geçtiğimiz aylarda açıklanan 2006 yılı dünyanın en zenginleri listesine 891'inci sıradan ilk kez Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet'inden (KKTC) bir Türk de girdi.
Bu listedeki 26 Türk arasında 17'nci sırada olan ve 1.1 milyar dolarlık servetin sahibi KKTC Yakın Doğu Üniversitesi'nin patronu Suat Günsel, bildiğimiz zenginlere pek benzemiyor.
Günsel ile görüşmek üzere bir günlüğüne KKTC'ye uçarken, doğrusu kafamızda az çok bir şablon var. Dünyanın 76'ncı süper bilgisayarı Yakın Doğu Üniversitesi'nde kurulacağı için sabah bir temel atma töreni vardı. Üniversitede odasının bulunduğu bina oldukça mütevazi. Öğrenciler girip, çıkıyor. Kapının önüne Mercedes SL 500 yanaşınca 1.1 milyar dolarlık servetin sahibinin geldiğini de anlıyoruz. Beş dakika sonra Günsel'in odasındayız. Karşımızda oldukça gösterişsiz, sıcakkanlı biri oturuyor. Röportaja başlıyoruz ancak kendinden, yaptıklarından bahsetmeyi çok sevmeyen biri olunca doğrusu ağzından laf almak da zor oluyor. 'Zenginlikle birlikte hayatına neler girdi, yatı, uçağı var mı? Tatillerinde neler yapar, lüks zevkleri neler?' Peş peşe bunları soruyoruz. "Sabah uyandığımda doğan güneş herkes için aynı" diyen Günsel, "Yatım, uçağım yok. Zaten gerek de yok" yanıtını veriyor. Günsel, özel hayatını çok istemeyerek de olsa şöyle anlatıyor:
'PİRAMİTLERE GİTMEM'
"Haftanın neredeyse 7 günü buradayım. (üniversite) Hemen her gün spor yaparım. Tenis oynarım, ata binerim, yürüyüş yaparım, bisiklete binerim. Tatillerde de genelde Kıbrıs'ta olurum. Girne bir başkadır. Orada kendi evimde kalırım. Dünyayı gezmek! Benim öyle duygularım yoktur. Dünya zaten ayağınıza geliyor. Turizm sektörünün çok önemli olduğu bir ülkede şimdi söyleyeceklerim anlamlı değil belki ama, Mısır'da Pramitleri'i o sıcakta mı gezmek istersiniz, yoksa tanıtım CD'sinden mi izlemek istersiniz? Ben ikinciyi tercih ederim."
Günsel'in odasında dedesinin büyük bir portresi de bulunuyor.
Çöplükte üniversite kuran çılgın Türk
54 yaşındaki Suat Günsel, Kıbrıs'ta Baf bölgesinde elektriği, telefonu olmayan Beşiktepe'de doğmuş. Kolej eğitiminden sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde eğitimine devam eden Günsel, KKTC'ye dönünce Lefkoşa'da bir apartman dairesinde bir odada Yavruvatan'ın ilk dersanesini kuruyor. Başarı Dersanesi'nde 40 öğrenci ile yola çıkan Günsel, 10 yıl sonra 1988 yılında yine 40 öğrenci ile Yakın Doğu Üniversitesi ile yola devam ediyor.
Günsel, 3 yıl sonra ise onu Forbes'un listesine sokan üniversite kampüsünün bulunduğu yere taşınıyor. "1991 yılında özel bir kişiden kampüsün bulunduğu araziye satın aldım. Burası Lefkoşa'nın çöplüğü idi. Binlerce kamyon çöp attık" diyen Günsel, Forbes listesine girdiğine pek de şaşırmış değil. KKTC eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın 'çılgın Türk' dediği Günsel, "Bundan sonra benim amacım sayısal büyüme değil, derinlik katmak. Bugün 16 bin öğrencimiz var. Yaklaşık 20 bin nüfuslu bir aileyiz burada" diyor.
Yıllık öğrenim bedelinin 4 bin Euro olduğu üniversitede eğitim görenlerin yüzde 60'ı Türk, yüzde 10'u üçüncü dünya ülkesi vatandaşları, yüzde 30'u ise KKTC'lilerden oluşuyor. Kampüste dünyanın en büyük 76'ncı süper bilgisayarı kuruluyor.
Hurda arabaları baştan yaratıyor
YAŞAMI oldukça mütevazi görünen Suat Günsel'in anlatırken gözlerinin parlamasına neden olan şey ise otomobiller. Aralarında Jaguar, Mercedes gibi pahalı arabaların da bulunduğu bir koleksiyonu olan Suat Günsel bugün yaklaşık 50 otomobile sahip.
Ancak bu otomobiller gidip galeriden satın alınmamış. 5 kişilik bir ekip, Kıbrıs'taki hurdalıklardan otomobil alıp getiriyor. Sonra da onu baştan yaratıyorlar. "Çocukluk yıllarımda kafamda araba fabrikası kurmak vardı. Ama olgunluk yaşlarında farkettim ki adada araba üretmek mümkün değil. Şimdi hocalıkla araba ürecetek olan insanları yetiştirerek teselli buluyorum. Ama halen arabaları çok severim" diyen Günsel, şöyle devam ediyor: "Ben yaratılmış bir değerin peşinden koşmuyorum. Kendim yaratmak istiyorum. Hurdalıktan aldığımız bir arabayı yeniden yapan bir ekibim var. 10 yıl içinde dünyada bu anlamda sayılı koleksiyonerlerden olacağım sanırım."
ADA SÜRGÜN YERİDİR
Adada, kıtalı gibi yaşamaya çalıştığını söyleyen Günsel, "Adada yaşamak bir yalnızlıktır. Büyük düşünmeyi engeller. Yıllarca adalar sürgün yeri olmuş. İsyan edemezsiniz, çünkü adalar isyan edenlerin konulduğu yerlerdir. Ben bunu nasıl tersine çevirebilirim, diye bakıyorum. Eğer burada kıta ülkelerine kök söktüren bir tıp fakültesi, bir diş hekimliği fakültesi olursa. Burada kıta ülkelerinin özendiği bir hastane olursa belki adada kıtalı olarak yaşamayı başarırız" diyor.
Üstü açık araba ve uçuşan saç hayali
Otomobillere özel bir düşkünlüğü olan Suat Günsel, 5 yaşından sonra yüzlerce çamurdan araba yapmış. Onları hareket ettirmiş, kendince modeller üretmiş. 17 yaşlarında iken net olarak kurduğu bir hayalini şöyle anlatıyor: "Araba üreteceğim, üstü açık olacak, sürücüsü bayan, saçı uzun olacak, benim arabamı kullanırken, saçları uçuşacak. Dünyaya yeniden gelirsem, kıtada olmak ve araba fabrikası kurmak isterim."
Sepet sepet altınlarım yok
"PEKİ yorulduğunuz, emeklilik hayali kurduğunuz olmuyor mu?" sorumuza ise Suat Günsel, "Emeklilik bana göre yaşamı durdurmak demek. Neticede bunu bir oyunacak gibi düşünürseniz beni ziyadesi ile oyalayan bir oyuncak vardır. Her gün yeni bir şeyler yapılıyor ve bu da beni burada tutuyor" yanıtını veriyor. Üniversiteyi kendinin olarak görmediğini, buradan kazandığını buraya yatırdığını kaydeden Günsel, "Yani bizim anladığımız dilden sepet sepet altınları olan biri değilim" diyor.
Zaiga Elizabete: Karınızın sniper
Letonya ordusunda sniper (keskin nişancı) olarak görev yapan Zaiga Elizabete Cerina, 3 km'den attığını vuruyor.
Şermin Terzi'nin haberi
Haberi görünce, "Hah işte Karadenizli bir erkeğin en zayıf noktası" diye düşündüm. İşin içinde hem kadın hem de silah vardı. Trabzon Belediyesi'nde çalışan Hasan Yılmaz (33) ile Letonya ordusunda sniper (keskin nişancı) olarak görev yapan Zaiga Elizabete Cerina (21) internette tanışıp Trabzon'da geçtiğimiz hafta evlenmişler.
İkisiyle buluşup, aşklarından ziyade silah aşklarından konuştuk. Bir sniper nasıl eğitilir, hedefini beklerken ne yapar, üç kilometre ötedeki hedefi nasıl vurur, atış yaparken rüzgár hedefi ne kadar saptırabilir, Zaiga anlattı.
Karşımdaki sevimli kızın, eline suikast silahı Kanas'ı alıp hedefi beklemeye başladığı resmi kafamda bir türlü canlandıramıyordum. Ama ne kadar yanıldığımı Trabzonspor Atıcılık Kulübü'nün poligonuna gittiğimizde anladım. Silahları görür görmez gözleri parladı, ne var ki hiçbirini beğenmedi. Solak olduğu ve kulüpteki tüm silahlar sağlaklar için düşünüldüğünden, kerhen bir silah seçti.
Benim sadece filmlerde gördüğüm ve çat çut sesleriyle silahın hızlı hareketlerle parçalarını kontrol edip, sonrada ucunu üfleyen karakterlere dönüşüverdi birden. Yüzündeki değişikliğe inanamadım. Robotik bir ifade gelip yerleşti suratına. Gerçek kurşun kullanmak bir yana, saçma bile kullanmayacağımızı sadece fotoğraf için bu silahları seçtiğini hatırlatmak zorunda kaldım.
CADDEDE ASKERLERİ GÖRDÜ 13 YAŞINDA MERAK SARDI
Zaiga'nın silah merakı henüz 13 yaşında başlamış. Caddede yürürken kamuflaj kıyafetleriyle gördüğü askerlerle. Ardından kuzeni askere gidince bu merak iyice depreşmiş. Kız oyunlarını bırakarak, oyuncak silahlarla belirlediği hedeflere nişan alıp vurma oyununa başlamış. Letonya'da bir yıl süren askerlik kadınlar için zorunlu olmadığı halde 18 yaşına geldiğinde, askere gitmek istemiş. Bunu annesine söylediğinde, ciddiye alınmamış: "Henüz 18'imde olduğum için gelip geçici bir heves olduğunu düşündü. Otur, rahatla ve çiçekleri düşün dedi. Anne, çiçekleri gözümün önüne getirdiğimde, onlara nişan alıp vurduğumu görüyorum deyince, sen çılgınsın deyip sadece gülümsedi. Askerlik kağıtlarım eve geldiğinde bunun geçici bir heves olmadığını anladı ve iki elini başının arasına alarak oturduğu yere çöktü."
ATICILIĞIMI KEŞFEDEN KOMUTAN, SNİPER OL, DEDİ
18 yaşında bir yıl sürecek askerlik macerasına başladığında, onun atıcılıktaki kabiliyetini ilk kez komutanı keşfetmiş ve askerliğini sniper olarak devam ettirmek isteyip istemeyeceğini sormuş. "Teklifin üstüne atladım, silahları çok seviyordum ve sıradan askerlik prosedürlerinin yanında böyle bir şansım olunca çok sevindim" diyor. Yedi kız, yirmi üç erkek sniper eğitimi almaya başlamışlar. Bu otuz kişilik gruptan, bir yılın sonunda profesyonel asker olarak devam etmek isteyenler özel kuvvet olarak orduya yerleşecekmiş. "Çok zor bir eğitimdi, aylarca yerlerde sürünüp çimen ve taşlardan başka bir şey görmedim" diyor kendisini. Eğitimin zorluğundan, erkek asker arkadaşlarından birinin bunalıma girip Zaiga'yı bıçakladığını anlatıyor: "Bir elinin parmaklarını açarak, diğer elindeki bıçakla hızlı bir şekilde parmak aralarından masadaki boşluğa bıçağı saplıyordu. Ama arada parmaklarına da geliyor ve elini kesiyordu. Kes şunu yapma dedim, peki o zaman şunu yapayım dedi ve elindeki bıçağı sol dizimin biraz üstünden sapladı, bıçak alt baldırımdan çıktı. Bırakın sniper olmayı asker bile olamayacağına karar verildiği için atıldı ve psikolojik tedavi görmesi için hastaneye yatırıldı".
ZAIGA'YI ELİMDE TUTMANIN YOLU HAFTADA BİR GÜN ATIŞA GÖTÜRMEK
Hasan Yılmaz, Zaiga için "Tam bir Karadeniz kızı gibi" diyor ve onun iyi silah kullanmasından etkilendiğini ama en çok hobileri benzeştiği için uyuştuklarını söylüyor. İkisi de fotoğraf çekmeyi, trekking yapmayı, doğayı ve operayı seviyormuş. En çok güldükleri şey ise, aynı anda aynı hareketleri yapıp, aynı sözcüklerin ağızlarından çıkmasıymış. Hasan, Zaiga'yı elinde tutmanın yolunu bulmuş: Haftada bir atışa götürmek.
EN İYİ KANAS, MP5, AK74 VE KALAŞNİKOF KULLANIYOR PİYANO ÇALIYOR, TANGO, SALSA YAPIYOR
Zaiga'nın en iyi kullandığı silahlar, suikast silahı olarak da bilinen Kanas, MP5, AK74 ve AK47(Kalaşnikof). Üç kilometreden nokta atışı yapıp hedefi vurabileceğini söylüyor. Bir sniper'da keskin nişancılıktan başka olmazsa olmaz nitelik nedir diye sorduğumda düşünmeden "sabır" diye cevap veriyor: "Sniper'ın hedefinin ne zaman geleceği belli olmaz. Size bir hedef söylenir, söylenen hedef belki iki, belki üç hafta sonra gelecektir. Ben en fazla üç gün bekledim. Tatbikat sırasında elime bir harita verildi ve hedefin hangi yönden gelebileceği söylendi. Üç gün boyunca kamuflaj kıyafetlerimle, gözümü silahın dürbününden ayırmadan hedefimi bekledim. Yemek için de ayrılmıyordum, yanımda sadece konserve et ve su vardı."
Zaiga askerlikten sonra profesyonel olarak orduda kalmayı istemiş fakat annesi buna ısrarla karşı çıktığı için üniversitede ekonomi okumuş. Keskin nişancılığının yanında aikido da biliyor ama aynı zamanda tangodan rumbaya, valsten salsaya kadar geniş yelpazede dans edebiliyor, piyano çalabiliyor.
BU SİGARAYI VURABİLİR MİSİN?
Hasan Yılmaz ile internette tanıştıktan sekiz ay sonra evlenip Trabzon'a yerleşen Zaiga, eşiyle birlikte Uzungöl'de tatil yaparken bir restoran sahibi elindeki sigarayı göstererek, "Bunu vurabilir misin" diye sormuş. Zaiga'nın cevabı "Üçüncü atışımda vurabilirim" olmuş. Niçin ilk seferde değil de, üçüncü atışta vurabildiğini sorduğumda şöyle anlatıyor: "Belki ilk seferde de vurabilirim ama sniper'lıkta en önemli şey kendi kullandığın silahı tanımaktır. Tanımadığım bir silahla atış yapacaksam ilk seferde vururum iddiasına girmem. İkincisi konsantre olmam gerekir. Rüzgar varsa beni hedefimden ne kadar saptırabileceğini hesaplarım. Üçüncüsünde de zaten vururum."
TÜRKLERİN RUS ÖNYARGISINA KURBAN GİDECEĞİM BİLİYORUM
Eşi Hasan Yılmaz, onu Türkiye'ye getirmeden önce Türk erkeklerinin Rus kadınlar hakkındaki önyargılarını uzun uzun anlatmış ve Zaiga'yı da Rus'a benzetecekleri için hazırlıklı olması konusunda uyarmış. Zaiga tarihten gelen geçmişlerinden ötürü Rusların ve Letonyalıların birbirlerini pek sevmediklerini anlatıp kendisinin de Rus'a benzetilmesi ile ilgili şunları söylüyor:
"Türk ve Rus kültürü arasında nasıl dağlar kadar fark varsa, Letonyalılar ve Ruslar arasında da o kadar fark var. Ruslar, gittikleri yerin kültürünü, geleneklerini, insanların onlar hakkındaki düşüncelerini pek önemsemezler. Bizim kültürümüzde bu yoktur. Onlar giyinip kuşanıp, tanrım ne kadar güzelim, herkes benimle konuşmak istiyor gibi düşünüyor. Biliyorum ki, burada benim de onlardan biri olduğumu düşünecekler ama öyle değilim."
Cemil İpekçi: Erdoğan bir gecede
'Erdoğan bir gecede büyüdü’
"O akşam Erdoğan ilk kez hakiki bir devlet adamı oldu. Daha önce hırçın bir çocuk gibiydi. Bir gecede büyüdü"
BAŞTAN söyleyelim, tasarımcı Cemil İpekçi ile yaptığımız bu söyleşi moda veya onun özel yaşamıyla ilgili değil. En azından konuştuklarımızın ana eksenini bunlar oluşturmuyor. Konumuz politika! Cemil İpekçi ile seçimleri değerlendirmek de nereden çıktı diyenleri rahatlatalım: Ünlü modacı parlamento seçimleri öncesinde her gün televizyonun karşısında sabahlamış. Tam dört televizyon kanalındaki tartışma ve siyasetle ilgili programları takip etmiş. Yetişemediklerini kaydedip sonra izlemiş. Moda ve tasarım deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan İpekçi'nin Nişantaşı'ndaki atölyesinden ayrılırken onun bilinçli seçmen sıfatını gerçekten hak ettiğini gördük.
Seçim öncesinde sabah 06.00'lara kadar ayakta kalmışsınız. Daha önce politikayla bu kadar ilgili miydiniz?
Benim politikaya her zaman merakım vardı. Sabahlara kadar televizyon izliyor, notlar çıkarıyordum. Amacım Türkiye olarak nerede olduğumuzu öğrenmekti. Ben eskiden solcuydum. 17 yaşımda postal ve yeşil parkam yüzünden çok dayak yedim. Şimdi kendimi merkezde buluyorum o ayrı ama yine de politikayı seviyorum. İnsanlarda şöyle bir şey oluyor: Ben kıyafet tasarımcısıyım evet, ama yarın öbür gün bir kitap da yazabilirim, şarkı da söyleyebilirim. Türkiye'de ne isen onunla ilgileneceksin diye gizli, yazılı olmayan bir kural var. İnsanlara bir şekil koyuyoruz ve hep orada kalmasını istiyoruz.
SİYASETİ HEP SEVDİM
O zaman bu söyleşinin ana konusunun da politika olmasını yadırgamıyorsunuz, değil mi?
Hayır kesinlikle... Bu yazıyı okuyacak insanların da yadırgamamasını istiyorum. İsimleri idol yapıp orada kalmasını istiyoruz. Örneğin ben Belçika veya Hollanda'da yaşasaydım politikanın içinde olurdum. Bunu burada yapamazsınız çünkü kimliğiniz, cinsel tercihleriniz buna engel. Arnold Schwarzenegger sinema sanatçısıydı vali oldu, Reagan sinema sanatçısıydı başkan oldu. Burada şekilcilik olduğu için bunu hayata geçiremezsiniz.
Denemeden buna nasıl karar veriyorsunuz?
Ne kadar gelişmiş de olsak hala bazı tabuları ve formatları kırmış değiliz.
İstediğiniz şartlar olsaydı Türkiye'de siyasetin hangi kanadında yer alırdınız?
Sağda veya solda değilim. Merkez olmak herkesi kucaklamak anlamına geliyor. Eğer meclise girseydim elbette Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda çalışmak isterdim. Gerçekten iyi işler yapardım. Kadınlara çok faydalı olabileceğimi düşünüyorum. Kadın bakanlar, kadınların haklarını koruyamıyor. Bir kere Türkiye'de kadınlığın ne olduğunu öğretmek gerek kadınlara çünkü bilinmiyor. Sadece anne olmak, birinin karısı olmak demek değildir kadın olmak.
Seçimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu seçimlerde ben bir şeyin farkına vardım. Artık Türkiye'de yeni şeyler söylenmeye başlandı. AK Parti'nin aldığı yüzde 48.9 oy oranını düşünün. 42 milyon seçmenden 20 milyonunun türbanlı olduğunu söyleyemezsiniz. Biliyoruz ki bir sürü türbanlı da, bir sürü mini etekli de AK Parti'ye oy verdi. Bu neyi gösterdi? AK Parti'nin işi hiç de kolay değil artık. Çünkü Tayyip Erdoğan büyük bir yükümlülüğün altına girdi. Ve artık Ak Parti bir kitle partisi oldu. Hayatımda Erdoğan'ın seçim sonuçlarının belli olduğu akşamki konuşması kadar güzel bir konuşma duymadım. O konuşmayı bazı insanlar, Erdoğan'ın hazırladığını düşündü. Ben çok inceledim. Kesinlikle önceden hazırlanılmamış bir konuşmaydı. Seçim sonuçlarının açıklandığı akşam Tayyip Erdoğan ilk kez hakiki bir devlet adamı oldu. Geçmişte onu büyük bir makamda oturan hırçın bir çocuk gibi görüyordum. Ama o gece büyüdü o.
İnsan bir gecede büyüyebilir mi?
Bilgi ve birikimleriniz sizi öyle bir yere getirir ki bir anda sizi kendinize getirir. Erdoğan aldığı büyük oy ile birlikte büyük bir devlet adamı olduğunu anladı. Daha önce de bunun sinyallerini veriyordu. Avrupalı devlet adamlarının yanında eline cebine attığı bir an var ki bu an gidip televizyonu öptüğümü hatırlıyorum. Benim başbakanım da başkalarının yanında ayak ayak üstüne atıyordu. Bugüne kadar gelip geçenlerin hepsi onların karşısında iiki büklümdü zira.
Başımıza çuval geçirildiği de oldu...
ABD'den o kadar çok şey almışız ki çok gebeliğimiz var. Söz söyleme hakkınız elinizden alınıyor. Evet çok acı ama geçmişteki hükümetler öylesine işler yaptı ki bugün onun ceremesini çekiyoruz.
AK PARTİ AZ BİLE OY ALDI
Ak Parti'nin aldığı oylar hemen herkesi şaşırttı. Sizde de böyle bir durum söz konusu oldu mu?
Açıkçası ben 400 milletvekili çıkaracaklarını düşünüyordum. 343'te kaldıklarında çok üzüldüm. Çünkü daha hür çalışmalarını isterdim.
Baykal ve CHP'yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
AK Parti için mitinglerinde şunu sattılar, bunu sattılar dediler. AK Parti'nin memleketi satıyor iddiasına hep karşı çıktım. Bunu söyleyenleri de aptal olarak kabul ettim. Kardeşim siz o mecliste olup bitenleri daha önce bilmiyor muydunuz? Ben dışarıda olduğum halde nelerin satılıp nelerin satılmadığını bir dakikada öğreniyorum, eğer yanlış işler yaptığını düşünüyorsanız niye müdahale etmediniz. CHP'nin yaptığı en büyük yanlış bu. Yıkıcılar! Onun için CHP'ye oy vermem mümkün değildi.
Kime verdiniz oyunuzu?
Belli benim kime verdiğim... Bunca yıldır CHP'nin yapıcı muhalefetini görmedim. Bizi devamlı muhtıralara, yaptırımlara götüren insanlar... 59 yıl korkutulan bir ülkede yaşadım. Çocuktum komünizm gelecekti ve ben komünist oldum. 14 yaşındaydım daha. Parka, postal giyiyoruz diye dayak yemekten canımız çıktı. Arkadan şeriat gelecek diye korkutulduk. Bakalım bu tehlike geçtikten sonra ne ile korkutulacağız. Korkutularak yaşayan insanlar olduk.
Türkiye'nin şeriat tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünmüyorsunuz sanırım.
Bunu düşünenleri ayıplıyorum ve kınıyorum. Onlar demek ki yaşadıkları ülkeyi tanımıyorlar. 20 milyon Alevinin, 30 milyon inançlı ama radikal olmayan insanın yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Küçük bir azınlık radikal. Bizi İran ile bizi mukayese etmek kadar büyük bir aptallık olabilir mi? İran'da Şah döneminde de şeriat vardı. Şah'ı iki kez evlendiren mollaydı, belediye reisi değil. Biz cumhuriyeti kuralı 80 yıl olmuş. Kanımıza geçmiş artık. Ayrıca İran'da iki-üç etnik grup var. Bizde ise ona yakın... Bu kadar çeşidin olduğu yere şeriatı sokabilir misiniz? Ama şu gerçek ki muhafazakár bir toplumuz. En uçtaki ben bile muhafazakárım.
Sizinki nasıl bir muhafazakárlık?
Avrupa'da olsaydım bir mankenle çıkardım, biri gelir onu alır götürürdü. Benim yanımda böyle bir şey yapacak olan iki yumruk yer, bir de duvardan yer. Kandilimi kutlamayan, bayramlarda elimi öpmeyen yeğenlerim için de geçerlidir bu. Ben öyle Batı modernliklerini anlamam. Bizler örf ve adetlerine bağlı insanlarız. Dışarıda zıp zıp zıplayan insanların eve gelip anneannesinin elini öptüğünü biliyoruz. Atatürk'ün ölümünden sonra söylevlerini çarpıtmışlar. O bize Batılı olun diye bir şey söylemedi. Çağdaş olmamızı istedi. Sonra gelenler sömürge gibi bizi Batılı yapmaya çalıştı. Bunu hep reddettim. Ben AB'ye de karşıyım. Avrupalı değilim ki. Hoş, AB kokuşmuş bir birliktelik. Bugün birbirlerini yiyorlar. Biz kendi içimize dönmeliyiz.
Mevlana koleksiyonu yapıyorum
TASARIMCILAR yüzlerini hep Batı'ya çevirir ama ben hep Doğu'ya baktım. Osmanlı motifleri hep ön plandaydı. Baktığınızda Batılılar da buradan alıyor. Bizde o kadar salak var ki... Oradaki adam bizden alıp yorum katıyor, bizimkiler de o yorumun üzerine bir yorum katıyor. Şu anda yepyeni bir projem var: Mevlana! Bu koleksiyon için bir ekip oluşturdum. Kapalıçarşı, Siverek, Diyarbakır ve Kuzey'de çalışmalar yapıyoruz. Sanırım ağustos veya eylülde sergilenecek. Çok büyük prodüksiyonlu bir iş. 80 kişilik bir kadroyla podyumda olacağız. Mevlana'nın hoşgörüsünü, bu toprakları, bütün dinleri anlatan bir koleksiyonun bugüne uygulaması olacak
Nişantaşı artık beni sıkıyor
SOLCU olduğumda 17 yaşındaydım. Hep hümanist oldum. Bilsem ki yüzde 100 tüm insanların çocuklarının okuma imkanı olacak veya insan hakları eşit şekilde uygulanacak parmağımdaki en sevdiğim gümüş yüzükler dahil bütün varlığımı verirdim. Eşitsizliğe gelemiyorum. Hatta bu yüzden iş şeklimi değiştirmeye karar verdim. Nişantaşı'nı kuran ailelerin birinden geldiğim halde Nişantaşı'ndan taşınmaya karar verdim. Çünkü burada kendimi çok kötü hissetmeye başladım. Dünyada bir sürü şey olurken bir kadının bana 'Aman buraya biraz daha saten koy', 'Burası biraz daha kristal olsun' lafları kendimden utandırmaya başlattı. Ülkemde insanlar ne haldeyken ben nelerle uğraşıyorum, nelerin içindeyim. Nişantaşı'ndan çok sıkıldım. Burada doğdum, büyüdüm ama bana ait olmayan bir yer gibi geliyor. Bu kadar sahte bir yerde yaşamaya tahammül edemeyeceğim. Bu kadar naylon, ülkenin hiçbir şeyinden haberi olmayan insanların çoğunluğu oluşturduğu bir yer daha görmedim. Daha fazla kavgacı olmamak için Beyoğlu'na taşınmaya karar verdim. O eski evlerin arasında gençlerle ilgilenmek istiyorum. Çünkü yeni ülkemin yeni gençlerine hayranım. Geri kalan ömrümü onları tanıyarak, anlamaya çalışarak geçireceğim. Eskiden basma pazen yapıyordum, yine Kapalıçarşı'ya gidip fiyatlarını düşük tutup aynı işi yaparım.
POLİTİKACILAR HAKKINDA NE DEDİ?
Abdullah Gül: Ona ayrı bir sevgim var. Benim gönlümü çok hoş etmiş tek politikacı. Ödül aldığımda tek tebrik etmiş telefondan ve mektupla.
R. Tayyip Erdoğan: Onunla ilgili yorumumu yaptım. Kesinlikle iyi bir politikacı.
Binali Yıldırım: O sükunetinin içinde çok bilinçli bir bey.
Deniz Baykal: Kendisi inat ediyor ama terbiyelice hemen politikayı bırakmalı.
Mehmet Ağar: İstifasıyla hayran bıraktı.
Doğu Perinçek: 15 yıl öncesinin söylemiyle hareket etti. İnsanlara 'Memleketimizi bu hale sokaklar, tinerciler, üçüncü cins ve hırsızlar getirdi' dedi. Böyle bir bağnazlıkla çıkarsanız yola, ondan sonra insanların neden AK Parti'ye oy verdiğini sorarsınız.
Cem Uzan: Çok genç, çok atak ve ilericiydi ama ailesiyle geçirdiği hadiseler yüzünden bu hale geldi. Fakir halkı çok fazla inandırdığını düşünmüyorum. Zengin birinin lüksü gibi bir şeydi onun politik macerası.
Kadir Topbaş: Deliririm kendisine. İkimiz de Beyoğlu çocuklarıyız. O Saray Muhallebicisi, ben Fitaş Sinemalarının sahiplerinin oğluyduk. İkimiz de çok şey paylaştık. Dünyada şehrini bu kadar seven bir insan olamaz.
Turkcell'in eski CEO'su Akpınar
Turkcell'in eski CEO'su Akpınar, "Turkcell bir makineydi A planıma geri döndüm" dedi. İşte Akpınar'ın yeni işi....
Elif Ergu'nun röportajı
MURAT Vargı ile yenilenebilir enerji alanında faaliyet gösteren Dost Enerji'yi kuran Muzaffer Akpınar 10 yıl vadeli kredi alarak adım attığı bu sektörü 'geleceğin işi' olarak görüyor.
AKPINAR, “Turkcell bir makine ya da canlı bir organizma gibiydi. Planladığımdan daha uzun süre kaldım Turkcell'de. Şimdi A planıma döndüm. Çocuklarıma iyi bir değer bırakacağım bir iş yapıyorum” diyor.
Muzaffer Akpınar Turkcell'de 4.5 yıl süren CEO'luk görevinden ayrılır ayrılmaz yeni bir şirket kurdu. Şirketinin adı Dost Enerji. Yenilenebilir enerji üretimi yatırım alanları. Kısa sürede yeni işi için kolları sıvayan Akpınar'ın ortaklarından biri çok uzun zamandır kendisiyle yol arkadaşlığı yapan MV Holding'in sahibi Murat Vargı. Diğer ortağı ise Turkcell yönetiminde birlikte çalıştığı Ruhi Doğusoy.
Muzaffer Akpınar daha önce bu sayfaya Turkcell'in CEO'su olarak konuk olmuştu. Bu kez Dost Enerji'nin CEO'su olarak sorularımızı yanıtladı.
Akpınar iş yaşamına tekstil sektöründe başlamış. İlk yaptığı iş bornoz ve havlu satmak. Tekstilden sonra kariyerine KVK ve Turkcell'le devam eden Akpınar'ın enerji sektörüne girmesindeki temel neden, bu işi 'geleceğin işi' olarak görmesi ve Türkiye'nin henüz bu alanda bakir olması.
Radarımda hep vardı
Turkcell'deki görevinizden ayrıldıktan kısa bir süre sonra yeni işinizi kurdunuz. Enerji alanında yatırım yapmayı daha önceden planlıyor muydunuz? Ve Turkcell'de oldukça yoğun geçen 4.5 yılın ardından biraz dinlenmeyi hiç düşünmediniz mi?
Radar ekranımda 3 senedir vardı yenilenebilir enerji konusu. Ama büyük bir şirketi yönetirken bu konuya tam anlamıyla bakmak mümkün değildi. Göz ucuyla bakıyordum. Gittiğim her yerde bu alanda yapılmış yatırımları inceliyordum. Göz ucuyla baktığım konuya Turkcell Genel Müdürlüğü'nden ayrıldığım Haziran 2006 tarihinden itibaren odaklı bakabildim.
Ve biraz durmayı hiç düşünmediniz...
Valla yeni bir projeye hemen girdik. Profesyonel yöneticilikte günlük bir netice teslim etme sorumluluğu bugünkü iş hayatımdan çok farklı. Turkcell iyi işleyen ve hiç durmayan bir makine. Sabah 08.00'den akşam 21.00'e kadar, bazen daha da uzun. Canlı bir organizma da diyebilirim. KVK'dan ayrılırken yatırımcı olmak istemiştim. O dönem Turkcell teklifi geldi. Kendi aklımdakinden uzun kaldım Turkcell'de. Çok keyifliydi. Gönül bağım var Turkcell'le. Ama şimdi A planıma döndüm. Dost Enerji beni çok heyecanlandırıyor. İyi bir zamanlama. Uzun vadeli olduğu için de iki çocuğuma iyi bir değer yaratacağımı düşünüyorum.
Kendi işinizin patronu oldunuz...
Evet ama başka sorumluluklar da var. THY Yönetim Kurulu üyeliği ve KVK var, Turkcell'in iki üç şirketinde yönetim kurulu üyeliklerim devam ediyor, Londra'da GSM operatörleriyle ilgili görevim de devam ediyor. Ama tüm bunlar yönetim kurulu üyelikleri olduğu için ve bazı şirketlerde hissedar olarak bulunmak zaman planlama açısından insanı daha rahat ettiriyor. Tek endüstri olmamasına rağmen çok daha rahat. Küçük küçük dilimler halinde hepsinin gündemi var, hepsi farklı ve zamanımı alıyor. Yine pek boş vakit yok.
Yenilenebilir enerji 3 yıldır radarımdaydı dediniz. Şirket kurmak için nasıl bir yol izlediniz?
2006'nın Haziran ayında yenilenebilir enerji alanıyla odaklı bir biçimde ilgilenmeye başladığımda şu vardı. Ben spor yapmayı çok seviyorum. Alaçatı'da rüzgar sörfü yapıyorum. Alaçatı ve Bozcaada'da rüzgar gülleri var. Yapıldığı dönemde yap-işlet-devret modeli benimsenmiş ancak daha sonra bu modelden dönülmüş. İlk olarak bunları inceledim. Birtakım lisanslar dağıtılmış. Ancak bu lisanslar dağıtılırken ortada yenilenebilir enerji kanunu yok. Nisan 2005'te çıktı kanun. Türk parasına endeksli de olsa belli bir fiyattan satın alım garantisi çıktı. O zaman iş yapılabilir hale geliyor. İyileştirme de yapılıyor yasada. Finans kesimlerinin de önü açıldı.
Türkiye için çok yeni bir alan...
Evet, Türkiye'de geri kalmış bir alan. Benim amatörce başlayan ilgim ciddi ilgilenmeye başladığımda netleşti. Bir iki ay içinde Türkiye'nin buna ihtiyacı olduğuna inandım. Tüm dünyada ekolojik yönüyle kabul gören bir iş.
Üretim Şubat'ta başlıyor
Kurulduktan hemen sonra Türkiye'de de yatırım yapan Alman Innores şirketini aldınız. Neden?
Almanlar'ın devlet politikası rüzgar enerjisi. Toplam enerji üretiminin yüzde 7.5'i rüzgar enerjisi. 21 bin megavat kurulu güçleri var. Türkiye'de bu pay binde 5. Almanya rüzgar enerjisini sübvanse ediyor. Diğer enerji kaynaklarının kilovatını 5.5 euro/cent'e alıyor. Rüzgardan ürettiğini 8.9 euro/cent'e alıyor. Enerji nakil hattını da kendileri yapıyor. Dışa bağımlığı azaltmışlar. Üstelik bu işin tüm endüstrisi de Almanya'da. Bunları inceledikten sonra Alman şirketin projesini tanıdık ve aldık.
Türkiye'yi enerji sıkıntısı bekliyor. Rüzgar gülleri çözüm olabilir mi?
Bugün dünyada bu alanda yatırım patlaması var. Ve tribün yok. Tribün pazarlığını bugün yaptığında 2009'a zaman veriyorlar. Bizim satın aldığımız Alman şirketinin temasları vardı. Onlar sayesinde yolumuz açıldı. Bir de daha önce Türk müşterileri olmuş ama yeterince ciddi işler olmamış. Karşılarında Türk görünce istekli davranmadılar. Biz bu yüzden ilk önce Innores'i aldık. Sonra da Garanti Bankası'ndan 10 yıl vadeli kredi aldık. Süratle işe giriştik. Kasım'da ilk tribünler ayağa kalkacak. Şubat'ta üretim başlayacak. Enerji sıkıntısına bu tip yatırımların kesin çözüm olduğu söylenemez ama uygun yerlerin değerlendirilip yükün hafifletilmesi gerekiyor. Dünya bu noktada.
Türkiye'nin kurulu rüzgar enerjisinin üçte birini üretecek
Ne kadar enerji üretebileceksiniz?
42.5 megavat. Toplam kurulu rüzgar enerjisi Türkiye'de 131 megavat. 250-300 megavata 5 yıl içinde ulaşmayı amaçlıyoruz.
Rüzgar enerjisinin handikapları neler?
Rüzgar varsa var, yoksa yok. Rüzgar durunca enerji veremiyorsun. Dolayısıyla bu yüksek bir kapasiteye ulaşınca şebekede teknik sıkıntı olabiliyor. Bu yüzden TEAŞ herhangi bir şebekede yüzde 5'ten fazla yenilenebilir enerji istemiyor. Bu teknik kısıtlamadan dolayı Türkiye ancak 3 bin megavat yenilenebilir enerji üretebilir.
Şebeke yenilenmesi mi gerekiyor enerjinin taşınması için?
Teknolojik tedbir lazım. Şebekeye yatırım yapılması lazım. Türkiye'de taşıma konusunda sorun var. Enerji nakledilmesinde sorun var. Örnek vereyim: Çeşme Yarımadası en önemli rüzgar merkezlerinden biri. Çok parçadan oluşan 700 megavatlık proje var. Bunların 450 megavatı yapılabilir. Ama Çeşme'den içeri giren enerji nakil hattı zayıf olduğu için hatlar taşımıyor. Bu yatırımlar da bekliyor. Türkiye bu konuda bu yüzden ilerlemiyor. Biraz önce sordunuz, toplam problemi yenilenebilirle çözmek mümkün değil. Rüzgar enerjisinde kısıtlama olmasa 10 binden 80 bine kadar olabileceğiyle ilgili çalışmalar var. Ancak uzun vadeli yatırımlar bunlar.
Kaç yıl sonra sonuç alınabiliyor?
8 yıl en az. Biz ülkeye inanıyoruz Gözümüz kapalı girdik.
Bergama'da mı tüm rüzgar gülleriniz?
Menemen-Bergama arası Yunt Dağı'nda.
Aile işlerine dönecektim Murat Vargı'yla tanıştım
İş yaşamınıza tekstil sektöründe başlamışsınız. Nasıl oldu?
Penta Dış Ticaret'te staj yaptım. Murat Vargı da oradaydı. Bizim aile işlerimiz kimyevi maddeler üzerine. Fabrikalarımız var. Şu anda Unilever işletiyor. O dönemde benim vizyonum dış ticareti öğrenip sonra aile işlerine dönmekti. Penta Dış Ticaret'te kimyevi madde yoktu. Ben tekstille işe başladım. Üretimde sıkıntı çıkınca fabrika kurduk. Orada Murat Bey'le aramızda kıymetli bir çakışma oldu. Yolumuz öyle devam etti.
Enerjide iki yıl içinde daha büyük sorun çıkacak
Yenilenebilir enerjide başka alanlarda da yatırım yapacak mısınız?
Hidroelektrik de var. Ama hidroelektrik işinde çok ciddi bir inşaat işi bulunuyor. Bizim ise herhangi bir inşaat tecrübemiz yok. Telekomda da enerjide de regüle edilebilen ortamlar. Kurumlar var, lisans ve frekans işi. Biz bu işte tecrübeliyiz. Sokakta teknolojiyi yönetme konusunda tecrübeliyiz.
3-5 lokasyonda rüzgar güllerini yönetmek yağabileceğimiz bir şey. Yüksek yatırım yaptık. 10 yıllık kredi aldık. Bizim bu işi yönetebileceğimize inandık.
Acil politika oluşturulmalı
Türkiye'de bu yaz sıcaklarla birlikte klima kullanımı arttı ve birçok yerde elektrik kesintileri yaşandı. Sınırda olduğumuzu acil önlem alınmazsa karanlık günlerin bizi beklediğini söyleyebilir miyiz?
Ciddi problem var. Arıza dolaştırılarak dengeleniyor. Yüklenmeyi böyle azaltıyorlar. Bir iki yıl içinde daha büyük sorun çıkacak. Devletin bu alanda acil politika oluşturması lazım. Yenilebilir enerji birçok ülkede sorunları hafifletiyor.
İKİ ÇOCUĞUYLA SÖRF YAPIYOR
Akpınar için spor vazgeçilmez. Masa tenisi, rüzgar sörfü, serbest dalış... 'Hayatımda sporun önemli bir yeri var' diyen Akpınar, hafta sonları kızı ve oğluyla Alaçatı'da rüzgar sörfü yapıyor.
Akpınar'ın yatırımcı şirketi Portmobil
Dost Enerji'nin yüzde 51'i Murat Vargı'nın şirketi MV Holding'in. Yüzde 40'ı Portmobil'in. Portmobil tamamıyla Muzaffer Akpınar'ın yatırımcı şirketi. Yüzde 9'u da Ruhi Doğusoy'un.
Amblemi uçurtma
Muzaffer Akpınar, rüzgar enerjisi yatırımına girişini şöyle anlatıyor: “İlk gittiğim kişi Murat Vargı oldu. Kendisiyle 20 yıldır abi-kardeş ilişkimiz vardır. Birçok işin içine beraber girdik, çıktık. Murat Bey hızlı davrandı. Benden kısa bir süre önce Turkcell'den ayrılan Ruhi Doğusoy'a da ilginç geldi. İşe birlikte girdik.” Akpınar, “Dostlarla kurduğunuz için mi şirketin adı Dost?” sorumuzu şöyle yanıtladı: “Çevreyle dost olduğumuz için bu adı koyduk. Şirket amblemi de uçurtma.”
EN ZOR GÜNÜM
Grev çok üzmüştü
Penta Tekstil'de grev söz konusu oldu. Yüksek ihracat yapıyorduk. İnsan unsuruna çok önem verdim her zaman. Hayatta delege edilmeyecek tek şey budur diye düşünürüm yönetici olarak. O dönemler üzüntülü ve sıkıntılıydım. 26 yaşında olduğum için de tecrübesizlik vardı. Grev dönemi iş yaşamımdaki en zor günlerdir. Daha sonra Türkiye'nin yaşadığı krizlerde de zorluk çektik ama daha deneyimliydim o dönemlerde.
Jak Kamhi: Nerede Hata
Jak Kamhi, işhayatında nerede hata yaptı. Museviler gerçekten çok zengin mi?
Nuriye Akman'ın röportajı
Bazı röportajlarda muhatabım benimle soru ve cevapların ötesinde sıcak bir diyaloğa girer. Beni, mesleğimi tanımak ister. Sayın Kamhi ile böyle olmadı. O tam bir profesyoneldi. Çok yoğun çalışıyordu. Söyleşi sonrası ortaya çıkan durumlara dair telefonda dahi olsa görüşme imkânımız olmadı. Tatlı sekreteri Işıl Hanım'ın aracılığıyla notlar aramızda gitti geldi. Bu satırları yazarken içimde büyüyen bir dilekle bitireyim: Sayın Kamhi öylesine dolu dolu yaşamış, öyle zengin deneyimler biriktirmiş ki, biri çıksa da hayatını kaleme alsa keşke. Anılarını hiç değilse kendi kaleminden okusak...
500. Yıl Vakfı'na entelektüeller ve işadamları her zaman destek oldu. Vakfın çalışmaları Türk toplumunun tabanına yayılabildi mi? Bu toplum Musevilerin bizim ayrılmaz parçamız, gücümüz ve rengimiz olduğunu kavrayabildi mi?
Maalesef, vakfın etkinlikleri o toplumun tabanına dönük değildi. Vakfın uğraşları daha fazla dış ülkelere yönelik olmuştur. Ana uğraşısı, birçok odakların ürettikleri olumsuzluklara karşı çıkmak ve ülkemizin hakiki imajını tanıtmak olmuştur. Her yıldönümünde Musevi Türklerinin yaptıkları kutlamalar, genellikle, ülke yönetiminin en büyük katına şükran hislerini arz etmek amacını taşıyordu. Bu kere, Türkiye'mizi tanıtma görevini üstlenen 500. Yıl Vakfı, yurtiçinde konserler, seminerler, opera gösterisi gibi etkinliklerin yanı başında, sinagog tamiri, okul inşaatı, beş yüzüncü yıl hatırasına bir yöreyi ağaçlandırma gibi kalıcı etkinlikler de yapmıştır.
Her şeye rağmen bu toplumun Müslümanları Yahudi kültürünü ne kadar tanıyorlar?
Maalesef Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetimizde, bizleri ayırt eden tutumlarla karşılaşmak üzücü oluyor. Amaçları değişik olan bazı odaklar adeta bizlere karşı sistemli tutumlarını şiddetle devam ettiriyorlar. İkinci Dünya Savaşı sürecine girdiğimiz günlere kadar, antisemit kelimesini duymamıştım, Avrupa'da yaşanan büyük dramdan sonra, bu dalganın ülkemizde bazı kişileri etkisine almasıyla, bu tür bir cereyan oluştu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ile başlayan dönemde, yalnız Musevi kökenlilerin değil, Rum ve Ermenilerin de huzur içinde yaşadıklarını gördüm. Bu topluluklar birbirine çok yakındılar.
Ayrımcılığı gündelik hayatınızda nasıl yaşıyorsunuz?
Ne yazık ki bazı hallerde, bir müessesenin başında Musevi kökenli bir Türk'ün olması, bazen o kuruluşa zarar getiriyor. Çünkü bazı münferit durumlarda bazı art niyetli ilgililerin, vermeleri gereken haklar konusunda zorluk çıkardıkları vakidir. Bu tutum genel değil. İşinizin düştüğü yerdeki ilgilinin tutumuna bağlı oluyor.
Bunlar bürokratik düzeyde. Normal vatandaş düzeyinde durum ne?
Türk toplumunun çoğu insancıl. Ben Anadolu'da çok gezdim ve çalıştım, halkımız misafirperver ve yabancılara karşı sempatileri vardır. Anadolu'ya gidin, bir köye gidin. Size ikramda bulunurlar. İkramlardan para almazlar. Hatta evlerinde bile misafir ederler. Ben yedek subaylığımı, Erzurum Dumlu'da, 3 bin metre rakımlı Kargapazar Dağları'nda yaptım. O süreçte Sovyet hududunun savunma hattında mitralyöz yuvaları inşaatı yapılıyordu. Yol uzun ve zorluydu, bazen köylerde kalırdık. O yöredeki köylülerin bize karşı tutumları ve ilgileri sıcaktı.
Türk Musevi cemaatinin ekonomik açıdan durumu nedir?
Orta ve ortanın altındadır. Bizim cemaatte sivrilmiş birkaç kişi var. Bu cemaatin en büyük yükünü onlar yüklenmişler. Eskiden topraklarımızda yaşayan 120.000 Musevi'nin, kurduğu havralar, hastane, ihtiyarlar yurdu, eğitim merkezleri, yalnız 25.000 Musevi kökenli Türk'ün arasında, olanakları müsait olanların sırtına kaldı. Birçoğunun ülkemizden ayrılmaları ekonomik nedenlerden kaynaklanır... Özelikle iş bulabilmek için gitmişlerdir.
Yaşamınızın aşklar bahsi de işler bölümü kadar dolu mu geçti?
Elbette her erkek gibi muayyen ilişkilerim oldu. İlk evliliğimi çok nazik bir hanım ile yapmıştım. Ondan sonra bir aşk macerası yaşadım... O aşk macerasından sonra eşimi boşadım. Eski eşim İngiltere'ye yerleşti. Ben de burada yeniden evlendim. Şimdi 40 yıllık eşim olan Tüli Hanım soylu bir ailedendir, Müslüman'dır. Kökeni Çerkez'dir. Ailenin bir kısmı da Mısır'a gidip yerleşmiş... Orada çok yüksek seviyelerde hizmet etmişler. Eşim, Kral Faruk'un eşi merhum Ferida'nın kuzenidir. Büyükbabası Hakkı Şinasi Paşa, Sultan Hamit'in doktoru, sonradan, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'te, birinci meclisin mebuslarından. Diğer büyükbabası da Osmanlı döneminde İstanbul deniz paşası idi.
Tüli Hanım dinini değiştirip Musevi oldu mu?
Katiyetle. Evliliğimizden olan küçük oğlum Kerim de Müslüman'dır. Bu konuda hiçbir zaman sorun yaşamadık.
Musevilik anneden gelir. Çocukların Musevi olabilmesi için annenin de Musevi olması lazım, değil mi?
Evet. Olabilir. Ama bizim ailemiz için böyle bir şart katiyetle ileri sürmedim... İlk eşimden olan çocuklarıma da haksızlık etmedim. Boşandığımda biri 15, biri 17 yaşında idiler. Annelerinden ayrıldıktan sonra da onlara hep yakın oldum. Oğlum Cefi'nin de eşi Müslüman'dır. Büyük oğlumun eşi de İtalyan'dır. Ben aile içinde AB'yi kurmuş vaziyetteyim.
Sizi oğullarınızla aynı Tanrı'ya birlikte dua ederken hayal etsem çok mu uçuk olur? Böyle bir ortak ayininiz oldu mu?
Olmadı ama bütün bayramları beraber kutlarız. Fakat ben dinî pratikleri çok sıkı takip edemiyorum. Ben üniterim. Bu ne demek? Tek Allah'a dua ederim demek. Akşam yatarken Allah'ıma dua ederim. Sinagoga bayramdan bayrama giderim. Bizim evde bir bayramımız olduğu zaman bütün aile toplanır. O da kökenimize karşı bir hürmettir. Yoksa beraber oturup da dua etme ihtiyacı duymadık, herkes kendi inancına göre içten duasını yapar.
Bu sene 12 Eylül, Museviliğin yılbaşısı değil mi?
Evet, bu tarih her sene değişir. Bu yıl ise 12 Eylül'de takvimimiz başlıyor.
Müslümanlar hicreti başlangıç alırlar. Hıristiyanlar Hazreti İsa'nın doğumunu. Siz neyi esas alırsınız?
Bizim için, Peygamber Musa'nın doğum gününe rastlar.
Yaşamınızı bir bütün olarak değerlendirdiğinizde cefası mı daha çoktu, sefası mı?
Cefası daha çoktu. Çok mücadele verdim. Çok uğraştım. Biliyorsunuz bana birkaç kere suikast yapıldı.
Suçlular müebbede mahkum oldular. Size kimin neden kastettiğini çözebildiniz mi?
On kişiydiler. Yedisi yakalandı. Üçü İran'a kaçtı. Salman Rüşdi gibi benim hakkımda da ferman çıkmıştı İran'da.
İran'ı tehdit eden yanınız neydi?
Bilmiyorum. Valla ben bir şey anlayamadım. O suikastı niye bana yaptıklarının sebebi hiç anlaşılmadı. Artık herkes başka şey söylüyor. Başka türlü değerlendirmeler yapıyorlar. Bu suikasttan kurtulma olanağı bulmuş insan çok azdır dünyada. Bunun dersleri üniversitelerde, askerî akademilerde okutuluyor. Nasıl oldu, nasıl olmadı diye.
Sizin olayınız ders olarak mı okutuluyor?
Evet. Benim bir olayım daha var. 1976'da şimdi yerinde Profilo Alışveriş Merkezi'nin bulunduğu Mecidiyeköy'deki fabrikamızda grev olmuştu. O zamanlar benim sendikalarla büyük kavgam vardı. Arabamı kurşunladılar vs. çok tehlikeli günler geçirdim. Buna rağmen ülkemde çalışıyorum. Ülkeme hizmet ediyorum. Greve giden işçiler bu binayı işgal etmişlerdi. Ve yukarıdan molotof bombaları atıyorlardı. Ve bizim polisler yaralanıyordu. Ben bunlara dayanamadım. Tek başıma kalktım, bunların yanına gittim. 'Ne yapıyorsunuz siz, bu polisler sizden daha az maaş alıyorlar, ne derdiniz varsa gelin aşağıya konuşalım' dedim. Oradan biri kalktı dedi ki: 'Sus, sen Türk bile değilsin.' Ben de bunun üzerine 'O kadar kabadayıysan gel de aşağıya bu konuyu konuşalım' dedim. 'Herhalde senin bu ülkeye faydanla benim faydam çok farklıdır' dedim. 'Size bu kadar olanak verdim, çalışıyorsunuz. Ekmek parası kazanıyorsunuz. Şimdi bu yaptığınız nedir?' dedim. Bunun üzerine çatıda bulunan bir kişi 'Biz burasını yakarız' dedi. 'Burasını yakarsanız bana iyilik edersiniz. Kıdem tazminatlarınızı bana hediye etmiş olursunuz. Ben de buraya apartmanlar diker, gül gibi geçinirim.' dedim. Neticede işgale son verdiler. Grev bitti. Bütün gazeteler bunu Türkiye'de neşrettiler. Ve bu da akademilerde bir ders olarak verildi. Yani bir işveren cesaretle müdahale ederek hem bir sürü insanın ölmesine mani oldu hem de büyük bir ihtilaf, bir grev sona erdi.
Bütün bu olaylardan sonra bir korku, ürküntü oldu mu?
Yoktur bende korku. Ben kendimi anlamıyorum. Ölümden de korkmam... Allah'a bin şükür güzel bir hayat yaşadım. Allah isterse ben de Onun yanına giderim.
Öte dünya inancınız var mı?
Bana göre son seyahat mezarımızdır. Başka yer yok.
Musevilikte cennet, cehennem inancı var mıdır?
Din kitapları maalesef size her şeyi büyük açıklıkla anlatmazlar. Sizin tefsirinize bırakıyorlar. Melek ve şeytandan bahis var, cehenneme gitme tehdidine rastlamadım. "On Emir'e uymazsan cezalanırsın"dan ibarettir.
Kendinize ders çıkarttığınız bir hatanız var mı?
Hata yapmayan insan yok. Ben kendi işimde de hata yaptım. Hatamın bir tanesi kendime bir yabancı ortak almaktı, buzdolabı fabrikasına. Büyük hata etmişim. Bu işbirliğimiz başarılı olmadı. Buna benzer hatalarım olmuştur elbette. Politikada da hata yapmış olabilirim. Ama Allah yardım etti ki sorunların üstesinden geldim... Hayatımın en güzel tarafı çok önemli kişilerin güvenini kazanmamdır...
Evde eşinize karşı?
Elbette huzurlu bir hayatımız olması için çaba sarf ederim, bazen eşimin herhangi bir tutumu beni rahatsız ederse açık açık onu söylerim. Her ailede olduğu gibi münakaşalarımız da olur.
Mesela sizi bir erkek olarak ne rahatsız eder?
Çok basit şeyler var. Perhizine çok dikkat eder, akşamları bir lokantaya götürmek istersem, pek memnun olmaz. Yoksa genelde birbirimize hürmet ve sevgi içinde 40 yıldan beri beraberiz.
Sonunda o yemeğe gidilir mi gidilmez mi?
Gidilir tabii. Böyle ufak tefek şeyler olur.
Eşinizin iş hayatı oldu mu?
Hayır. Evlendikten sonra benim sekreterim oldu. Sekreter gibi çalıştı burada. Orada da anlaşamadık.
Niye sekreteriniz olmak istedi, kıskandı mı sizi?
Bilmiyorum. Sekreterim olmak istedi, peki dedim. Biz sene sonunda hediyeler yapıyoruz sağa sola. 'Aman Jak ne diye bu kadar güzel bir hediye yapıyorsun?' diyor. Yok ben yaparım. Yok yapmazsın. (Gülüyor)
En sonunda işten attınız karınızı ha?
Bu gibi şeyler oluyor hayatta. Kavgacıyım dediysem çalışanların hepsine hürmetim vardır. Kızarım, bağırırım; fakat hiçbir zaman ağır laf söylemem. Herkese bey, hanım diye hitap ederim.
Perşembe, Ağustos 23
Levent Kırca: Pornocu dedim
Ahlaksız değil pornocu dedim.
Ali Poyrazoğlu'na "Ahlaksız pornocu" dediği ileri sürülen Levent Kırca, "ahlaksız" demediğini, ancak "pornocu" lafını kullanmakta sonuna kadar haklı olduğunu savundu.
Ali Poyrazoğlu, Levent Kırca'nın "pornocu" sözüne "Ben hiçbir zaman pornografik filmlerde oynamadım. İçinde cüretkar sevişme sahneleri olan komedi filmleriydi onlar. Hepsi de televizyonlarda yayınlandı" diye karşılık vermişti.
Devlet yardımı almamı engelledi
Bana gelip, "Ali Poyrazoğlu devlet yardımından size para verilmemesine neden olmuş. Ne diyorsunuz?" diye sordular. Ben de "Ayıp ediyor, birçok tiyatrocu arkadaşımızı da kırıyor. Mazisinde 30, 40 tane porno filmi olan bir sanatçıyla, porno filmlerinde olmamış bir sanatçıyı aynı kefede mi tutacağız?" dedim.
Hakaret içeren kelime kullanmam
Bir sanatçı, senin alacağın devlet yardımına engel oluyorsa, sen de onun için bunu söylersin. Evet, onun pornocu olduğunu, porno filmleri çektiğini söyledim. Ama "Ahlaksız pornocu" lafı hakarete girer ve ben mürekkep yalamış biri olarak kesinlikle onun için "ahlaksız" demedim.
Bunlara komedi filmi denemez
Ali "Araya parça koymuşlar" demiş. Bir tane iş yaparsınız, araya parça koyabilirler. 30 tane yapıyorsun, hâlâ mı araya parça koyulduğunun farkında değilsin? Yine Ali demiş ki; "Onlar porno değil, komedi filmi..." Nasıl komedi filmi? Resmen kıçı başı filmlerde gözüküyor.
İşte Kırca'dan müthiş açıklamalar...
- Bir soru üzerine Ali Poyrazoğlu'na "Ahlaksız pornocu" dediniz. Bu biraz sert bir yanıt olmadı mı?
Pornocu olduğunu, porno filmleri çektiğini söyledim, bu doğru. "Ahlaksız pornocu" dediğiniz zaman, hakaret etmiş olursunuz. Mürekkep yalamış biri olarak ben "ahlaksız" demedim. Bana gelip, "Ali Poyrazoğlu devlet yardımından size para verilmemesine neden olmuş. Ne diyorsunuz?" diye sordular. Ben de "Ayıp ediyor, birçok tiyatrocu arkadaşımızı da kırıyor. Mazisinde 30, 40 tane porno filmi olan bir sanatçıyla, porno filmlerinde olmamış bir sanatçıyı aynı kefede mi tutacağız?" dedim. Bir sanatçı, senin alacağın devlet yardımına engel oluyorsa, ben de onun için bunu söylerim. Ali "Araya parça koymuşlar" demiş. Bu komik değil mi? Mizahı kendi içinde. Bir tane iş yaparsınız, araya parça koyabilirler. 30 tane yapıyorsun, hâlâ mı araya parça koyulduğunun farkında değilsin? Niye bizim hayatımızda parça yok da burada var? Bu filmlerin bazıları benim elimde de var. Belki mahkemede lazım olur diye hemen temin ettim. Yine Ali demiş ki; "Onlar porno değil, komedi filmi..." Nasıl komedi filmi, resmen kıçı, başı filmlerde gözüküyor.
- Ya Cem Yılmaz polemiği...
Cem Yılmaz'la barıştık
- Cem Yılmaz'la barıştınız ama değil mi?
Beni aradı ve "Abi yanlış anladın, bu amaçla söylemedim" dedi. Adama bir şey sormuşlar, o da öyle bir cevap vermiş. Verdiği cevaptan da üzülmüş. O da dik olduğunu biliyor. Sonra sana "Pardon abi" diyor, sen de "Tamam aslanım" diyorsun, bitti gitti.
- Siz Cem Yılmaz'la bu polemiği gündemde kalmak için mi yarattınız? Çünkü "Böyle küçük oyunlar oynamayı yeni öğrendim" demişsiniz...
Yok öyle bir şey... Benim için ne fark eder? Sayın Bülent Ersoy evlendi, boşandı vs... Dönün bakın, bunların programına reyting olarak faydası var mı, yok! Ben programa çıkıyorum, benim o geceki performansım ve o programın ayağının yere sağlam basması reyting sağlar. Benim plağım satılıyorsa, insanın aklına "Gündem yaratıyor, reklam yapıyor" gelebilir. Benim satılacak neyim var ki?
Bana geldiler, "Abi, Cem Yılmaz senin için '60 yaşına geldi, bu işi bıraksın' diyor, ne diyorsunuz?" dediler. Ben de "Ayıp ediyor, haddini bilsin" dedim. Hepsi budur. Bundan sonrası tamamen türetmedir.
- Peki Levent Kırca neden her uzatılan mikrofona konuşuyor, cevap vermeme hakkını kullanmıyor?
Cevap vermediğiniz zaman da hep size giriyor! Ona cevap verme, buna cevap verme, herkes çıksın konuşsun, ne olacak? Bir tanesine ses çıkarmıyorsun, iki tanesine ses çıkarmıyorsun, üçüncüde "acaba" oluyorsun? Niye cevap vermeyeyim ayrıca. Utanılacak neyim var? İki yıl Büyükada'da yaşadım. "Bunalımda, kafayı yedi, hastalandı, ölmek üzere" gibi yazılar çıktı. Sessiz kalıp, evinde oturduğun zaman da bunlar çıkıyor. Ortalıkta dolaşıp, kendini savunmak bence daha iyi.
- Önce "Ünlüler Sirki"nde jüri üyeliği yaptınız, şimdi de "Güldür Bakalım" programında jürisiniz. Kulislerde şu konuşuluyor; Levent Kırca işsiz kaldı, jüri üyeliği yapıyor. Ne diyorsunuz?
Levent Kırca'nın ekonomik konumu, oturduğu evi, her şeyi ortada. Benim ekonomik bir sorunum yok. Yapıtlarım, eserlerim, tiyatrolarım, yaptırdığım ilkokul ortada. Bunu da kimse bilmez. Şimdi düzen, avutma düzeni. Bugün genele baktığınızda, yarışma programları gündemde. Neden? Vakit kazanmak, vakit öldürmek için. Ben bunu çok mu tasvip ediyorum; hayır. Hiçbir artısı yok, eksisi var. Bence bu tip programların yerine daha eğitici, insanları aydınlatıcı programlar olmalı. Ama bugün bu iş böyle çalışıyor. Bana da böyle bir iş gelmiş. Sen de oradan kazandığın parayla tiyatronu devam ettiriyorsun, yanında çalışan insanların maaşlarını ödüyorsun. Yani ben para kazanmak için bu işi yapıyorum. En azından kötü bir şey yapmıyorum. Ben Orhan Gencebay'a "Sen orada kötü bir şey yapıyorsun" diyebilir miyim; diyemem. Çünkü benim de onun gibi orada oluşumun amacı belli. Oradan bir para alıyorum ve o parayla hayatımı idame ettiriyorum. Ayrıca dinlendiğim dönemde büyük şirketlerden çok ciddi dizi teklifleri aldım. Hepsine de "Dinleniyorum" diye cevap verdim. Bu durumda Levent Kırca iş bulamıyor, ona iş gelmiyor gibi bir yaklaşımda bulunmak, doğru değil.
- "Güldür Bakalım" programında Peker Açıkalın ile yaptığınız espriler için "rezalet" eleştirisi yapıldı. Bu anlamda espri dozunun kaçtığını düşünüyor musunuz?
"Karı" sözüm yanlış anlaşıldıysa özür dilerim
- Kanal D'de yayınlanan "Dobra Dobra" programını terk etmenize gelirsek... O programın formatı belli; bile bile neden katıldınız?
Pakize Suda benim eski arkadaşım. Ünlüler Sirki'nde beraber jüri üyeliği yaptık. Pakize beni aradı, "Programa başlıyoruz, konuk olarak gel, reytinge bir katkın olsun" dedi. Ben de sağımı, solumu kurcalarlar, önüme bir şey çıkarırlar diye bu tür programlara çıkmadığını söyledim. Misafir olarak beni ağırlayacaklarını, böyle bir şeyin olmayacağını söyleyince kıramadım, gittim. Yani hatır için gittim. Fakat orada öyle bir pota sunuluyor ki insana, delirmemeniz imkansız. Bunlar kurumuş kakalara su dökerler, ısratırlar taze kaka olur. Tıpkı Kamer Genç'in başına gelenler gibi... Adam 10 yıl önce bir yerde çiçek sulamış, olmuş bitmiş, gitmiş artık ya! Bunu tekrar ısıtıp gündeme getirmenin kime ne faydası var? Orası bir arena. Ben çok saygın karşılamıyorum bu programı. Oradan kalkmam bir onurdur, örnek bir davranıştır.
- Müge Anlı'ya "karı" diye hitap etmeniz ne kadar örnek bir davranış Levent Bey?
Ben karı lafını, "ya ne tatlı karı" denir ya, o şekilde söyledim. Unutmayın, belediye başkanı "Sizi karı-koca ilan ediyorum" der. Buradaki karı, belediye reisinin söylediği kıvamda bir karıdır. Ben oradaki "karı"yı aşağılayıcı bir şey olarak söylemedim. Eğer öyle anlaşıldıysa özür dilerim. Ben kadınlara çok saygılıyımdır. Kadınların haklarının savunucusuyumdur. Defalarca bunu oynadık. Dolayısıyla kadınlara asla saygısızlık yapmam.
20 bölümden oluşan bir programın iki bölümünde belden aşağı espri yapıldı diye, bunu genele yaymak yanlış. 3 saatlik programa çıkıyorsunuz. 3 saatlik programdaki tek maharetiniz sizin orada alabileceğiniz puanlar, artılar, espriler... Orada size gelen kolpo dediğimiz espri altı toplara tekme vurursunuz. Üzerinize gelen kolpoyu değerlendirirsiniz. Ama ikinci programda belden aşağı espri yapmadım. Bundan sonra da yapmayacağım. Çünkü böyle anılmak istemiyorum. Bu arada şunu da belirtmek istiyorum; biri mikrofona cinsel organ demedikten sonra belden aşağı olmaz... Yere düşen mikrofon, bir alettir. Levent Kırca'ya böyle bir kolpo geliyor. O da Kadir Çöpdemir'e dönüp, "Kadir şu aletle bir ilgilen" diyor. Şimdi buna rezalet diyenlerin canı sağolsun... Günlük yaşamımızda küfür yok mu, çocuğumuz bunu duymuyor mu? Evde maç izlerken çocuğunun yanında, "S...tir lan, o gol kaçar mı?" diyeceksin, gece yarısı yapılan "Yere alet düştü" esprisine rezalet diyeceksin! Adam karısının koynunda çıkıp, iki sevgilisin koynuna girecek, bütün televizyon programları bunu anlatacak, kadınlar konken partilerinde belden aşağı fıkraları anlatacak ve sen öyle bir programda sütlü kurabiyeden bahsedeceksin, öyle mi? Buna da prensip olarak karşıyım.
- Peki biraz da özel hayatınıza gelelim. Birisini sevdiğinizi söyleyip, "Gelin yakalayın" dediniz... Ve sevgilinizin Aslı Çiftkurt olduğu gündeme geldi. Aslı Hanım'la birlikte misiniz?
Bütün gazeteciler bana sürekli "Oya Başar'la ne zaman barışacaksınız, evinize ne zaman döneceksiniz?" diye soruyordu. Ben de bu konularla anılmak istemediğim için "Ben başkasını seviyorum. Kim olduğunu söylemem, siz yakalayın" dedim. Bunu söyledikten sonra hakikaten Oya Başar'la ilgili sorular kesildi. Bu sefer kimle birlikte olduğumu araştırmaya başladılar ve birini bulup oraya koydular. Ama yanlıştı...
- "İlişkimiz yoktur" açıklaması çok geç geldi. Neden peki?
Burada üzülecek olan hep hanım kısmıdır. Öyle bir şeyde bir açıklama yapmak gerekirse eğer, en azından kadından izin alarak bu açıklamayı yapabilirsiniz. Bu haber çıktıktan sonra uzun süre sesimi çıkarmadım. Sonra aileye "Ben çıkıp 'Böyle bir şey yok' diye açıklama yapayım mı?" dedim. Bana doğru olmayacağını söylediler, sustum. O zaman da "Var ama saklıyor, hoşuna gittiği için konuşmuyor" gibi şeyler söylenmeye başlandı. Bunun üzerine bir hafta sonra çıkıp "Yok böyle bir şey" dedim. Üstümdeki bu vebali kaldırdım.
- Anlamadım şimdi. Aslı Hanım sevgiliniz mi, değil mi?
Hayır. Bir sevgilim var ama bu Aslı Hanım değil.
- Aslı Hanım sizin yanınızda oyunculuğa devam ediyor mu?
Çalışmalarımız devam ediyor. Hakkımızda olumsuz bir şey yazılmasın diye itina gösteriyoruz.
Ali Poyrazoğlu: Hüzünlü karga
Şöhreti bitmiş hüzünlü karga.
Kendisine "pornocu" diyen Levent Kırca'yı mahkemeye veren Ali Poyrazoğlu, Kelebek'e sert açıklamalarda bulundu.
Poyrazoğlu, "Ona baktığım zaman üzgün, başarısız, şöhretini yitirmiş, hüzünlü bir karga görüyorum" dedi.
Onun kadar müstehceni yok
Memlekette Levent kadar müstehcen adam yoktur. Çünkü adam 10 yıldır ortalıkla, "S..im, s..im" diye dolaşıyor. Böyle dolaşan adam, kime ahlak dersi veriyor? Levent Kırca'nın yaptıkları baştan sona belden aşağı. Asıl pornografi yapan o. Benim 35 yıl önce yapmadığımın iki mislini şimdi Levent Kırca yapıyor.
Levent'e acıyorum
Levent kendini gündemde tutma kaygısı içinde. Önce Cem Yılmaz'a saldırdı, şimdi de bana. Ona baktığım zaman üzgün, mutsuz, başarısız, şöhretini yitirmiş, hüzünlü bir karga görüyorum. Çok zavallı. Levent Kırca'nın kendini bu hallere düşürmesine gerçekten çok acıyorum.
Oya Başar "Dava aç" dedi
Bu olanlardan sonra Oya Başar da beni aradı. "Ali'ciğim, mahkemeye ver, şahit
olarak da beni yazdır. Ben senin nasıl tiyatro yaptığını, nasıl bir sanatçı olduğunu biliyorum. Sana yapılan bu saldırı, çirkin bir saldırdır. Yanındayım" dedi. Zaten bu da bana yeter...
Kırca hakkında çok şert konuşan Poyrazoğlu, "Ona baktığım zaman üzgün, mutsuz, başarısız, şöhretini yitirmiş hüzünlü bir karga görüyorum. Üzülüyorum, çok zavallı" dedi.
Özel tiyatrolara verilen devlet desteği konusundaki tartışmaların odağında hep siz yer alıyorsunuz. Bu biraz ilginç değil mi?
- O kuruldaki tek medyatik adam ben olduğum için yer alıyorum. Bu, Kültür Bakanlığı’nın kurduğu bir komisyon. Bu komisyonda Kültür Bakanlığı müsteşarı, komisyon başkanı, müsteşar yardımcısı, güzel sanatlar genel müdürü, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, dışarıdan da ben, Refik Erduran ve Turgay Nar var. Benim o komisyonda bir tane oyum var. Komisyonu yönlendirme, canımın istediğini yaptırma gibi bir yetkim nasıl olabilir Allah aşkına?
Hangi kriterlerdeki özel tiyatrolar destek alabiliyor?
- Türk tiyatrosuna sürekli hizmet veren, tiyatrosunu sürekli açık tutan, oyuncu, seyirci ve oyun yazarı yetiştiren, kendini yenileyen, risk alan tiyatrolar... Tabii oyuncu kalitesine, yönetim kalitesine ve doğru dürüst tiyatro yapıyor mu, yapmıyor mu onlara da bakılıyor. Kendi oyum adına konuşursam eğer, Devlet Tiyatrosu’ndan bir ay tek, bir ay çift maaş alıp, dışarıda tiyatro kurup, sonra da destek fonuna müracaat eden insanların bu davranışına sıcak bakmıyorum.
Bu kriterleri göz önünde bulundurursak eğer, Levent Kırca Tiyatrosu neden bu yıl ödenek alamadı?
- Levent Kırca’nın kendini yenileme gibi bir derdi yok. Televizyondaki skeçleri bir araya getiriyor, oyun diye sahneliyor ya da yıllar önce oynadığı şeyleri ısıtıp ısıtıp masaya koyuyor. O yüzden de tiyatrosu iş yapmıyor, sineması iş yapmıyor. Risk almıyor, tiyatrosunun bir sürekliliği yok. Televizyondan vakit kalırsa, gidip tiyatro yaptığı da ortada.
ONA ÇOK ACIYORUM
Ama şöyle bir iddia var; Levent Kırca’nın ödenek almasını siz engellemişsiniz...
- Böyle bir şey nasıl olabilir? Benim bir tek oyum var ve ben o komisyonda Levent Kırca’ya tek "evet" diyenim biliyor musunuz? Ama ne yazık ki tek başıma o oylamanın neticesini değiştiremem. Ben ona "evet" oyu verdim ama başkası vermeyebilir. Bu da beni bağlamaz, bana ne! "Parayı cebine attı" diyormuş. Nereye atmışım? Devlet, adamdan bir kuruşun hesabını soruyor. Müfettişler var, hepsi parayı takip ediyorlar. Devlet, adama kontrolsüz para verir mi?
Bu komisyondan sizin tiyatronuza ödenek çıkmadığı oldu mu?
- Oldu tabii. İki yıl para vermediler. Ama ben ortalığa çıkıp yaygara yapmadım. Levent kendini gündemde tutma kaygısı içinde. Önce Cem Yılmaz’a saldırdı, şimdi de bana. Ona baktığım zaman üzgün, mutsuz, başarısız, şöhretini yitirmiş, hüzünlü bir karga görüyorum. Üzülüyorum, acıyorum. Çok zavallı. Levent Kırca’nın kendini bu hallere düşürmesine gerçekten çok acıyorum. Birini eleştirirsin, sıkıntın varsa açıp derdini anlatırsın. Ama belden aşağı vurmak ne kadar ayıp ya!
Peki Levent Kırca, "Bir sanatçı benim alacağım devlet yardımına engel oluyorsa ben de ona ’pornocu’ derim" diyerek söylediklerinin arkasında durdu. Söz hakkı sizde...
- Asıl pornocu kendisidir! Müstehcenlik meselesine gelirsek; memlekette Levent kadar müstehcen adam yoktur. Çünkü adam 10 yıldır ortalıkla, "S..im, s..im" diye dolaşıyor. Böyle dolaşan adam, kime ahlak dersi veriyor? Asıl pornografi yapan odur. Benim 35 yıl önce yapmadığımın iki mislini şimdi Levent Kırca yapıyor. Jüri üyesi olduğu program ortada...
İSTEYEREK OYNADIM
Ama Levent Bey o programda üzerine gelen kolpoları değerlendirdiğini söylüyor...
- Öyle bir şey yok. Kolpo lafı var da her yaptığını kolpo kılıfına uydurmak diye bir şey yok. "Al aleti, tut aleti, aldın mı aleti, koy aleti arkana" diyeceksin ve bunun adı kolpo olacak. Buna yutturmaca denir, kofti denir. Bunlar ucuz espriler. Sabahtan akşama kadar bunu yapmasın. Yeter, çok yaptı. Yeni şeyler bulsun. Bir çizgisi vardı, onu yitirdi. Bu çaresizlikten bir an önce kurtulsun.
Peki size göre jet-ski esprisi sosyal içerikli bir espri mi, değil mi?
- Ne sosyal içeriği, müstehcen. Televizyonda alenen "s..im s..im" diye ortalıkta dolaşıyor. Hangimiz müstehceniz soruyorum? Beni karalamaya çalışan adamın yaptıklarına bakın. Levent’in "Porno" dediği o filmler, en ağır sosyal içerikli filmlerdir. İncelenmesi gereken sosyolojik bir olgudur o filmler. Sinemaya çok şey öğrettiler.
Konuşmalarınızda bu filmleri çektiğine dair hiç "pişmanlık" belirtisi yok...
- Hayatımda hiçbir zaman yaptığım işten dolayı pişmanlık duymadım. O filmleri çektiğime pişman değilim. Bilakis öyle filmlerin içinde olduğum için çok mutluyum.
Bugün olsa yine çevirir misiniz yani?
- Evet, bugün yine içinde cüretkar sevişme sahneleri olan film teklif edilse, yine oynarım. Ben bu filmleri, cinselliğin rahatça tartışılması, konuşulması, bunun korkulacak bir şey olmaması gerektiğini düşündüğüm için çektim. Çünkü o filmler dudak dudağa öpüşmenin yasak olduğu bir dönemde devrim niteliğindeydi. Bakın, "Tiyatromuz kötü gidiyordu, para kazanamıyordum, memlekette anarşi vardı" ağlamaları yapmıyorum. Evet bunların hepsi vardı ama ben bunları mazeret olarak söylemiyorum. Ben bilerek, isteyerek, özgür seçimimle ve hiç çekinmeden o filmlerde oynadım. Bir şey daha söylemek istiyorum, bütün rol arkadaşlarım çok güzel kadınlardı. Hem çok iyi dosttular hem de fizik olarak muhteşemdiler. İyi ki yaşamışım...
LEVENT DE BİR PARÇA
Siz "porno değildi" diyorsunuz ama Levent Kırca çıplak olduğunuz o filmlerin "porno" olduğunu iddia ediyor. Ne diyorsunuz?
- Porno konusunda Levent Kırca’nın derin kültürü nereden geliyor, anlamadım. Devamlı bunları izliyor demek ki. Yakından takip etmiş. Baksanıza bu konuda bayağı uzmanlığı var. Soyunmadan sevişilir mi Allah aşkına? Levent demek öyle yapıyordu ki, o yüzden Oya’dan (Başar) boşandı. Onun sevişmeleri de komedi gibi olduğu için doğrudur. Biz hayata bakar, aynen onu oynarız... O filmler sadece komedi filmleriydi ve arasında cüretkar sevişme sahneleri vardı. Asla pornografik değildi. Ve o filmlerin hepsi Ankara’ya sansür kuruluna gitti, sansür kurulundan oynar raporu aldı, ondan sonra sinemalara çıktı. Benim 69 tane filmim daha var. Ama bunlar Levent Kırca’nın filmleri gibi iş yapmamış filmler değil. Hepsi çok iyi iş yapmış filmlerdir.
"İyi ki çevirmişim, pişman değilim" diyorsunuz. Ama geçen gün "Araya parça koydular" diyerek kendinizi savunmuşsunuz. Gerçek olan hangisi?
- Önce şunu söylemek istiyorum, 30-40 tane değil, 12 tane bu filmlerden yaptım. Araya parça ise hálá konuluyor. Hayatımıza parça koydular. Her yerimiz paramparça oldu. Levent Kırca benim yaşamımda müstehcen bir parça olarak var şu anda. Yalancı bir parça... Çık artık! Parça koymayın benim hayatıma ya! Parça meselesine gelirsek, biz sinemacılara bunları yapmamalarını, cesur adamlar olduğumuzu, bu sahneleri çevirebileceğimizi söylüyorduk ama onlar yine de yapıyordu. Siz ne diyorsunuz, ben hiç Türkan Şoray’la film çevirmedim. Ama onun filmlerinden, benim filmlerimden kırpıp film yaptı bu sinemacılar. Böyle bir dönem yaşıyordu Türk sineması. Dolayısıyla ben bu parçalar yüzünden 10 yıl sinemayı bıraktım. Tepkimi bu şekilde gösterdim. Daha ne yapayım yani?
OYA BAŞAR ARAYIP "ONA DAVA AÇ" DEDİ
Levent Kırca’nın bu açıklamalarından sonra hiç Oya Başar’la konuştunuz mu?
- Kendisi aradı beni. "Ali’ciğim, mahkemeye ver, şahit olarak da beni yazdır. Ben senin nasıl tiyatro yaptığını, nasıl bir sanatçı olduğunu biliyorum. Sana yapılan bu saldırı, çirkin bir saldırdır. Yanındayım" dedi. Bu da bana yeter...
DOKTORA GİDİP TEDAVİ OLMALI
Ben 36 yıl boyunca tiyatromu hiç kapatmadım, her sezon tiyatro yapmış, yüzlerce oyuncu yetiştirmiş, yüzlerce insana ders, konferans ve seminer vermiş, Fransızca, İngilizce oyun oynayabilen, Brodway’de başrol oynamış bir adamım. Bütün oyunlarımla kıyamet kopardım. Şimdi de Bodrum Magic Life’da 1100 kişilik tiyatroda haftada iki gün oynuyorum. Kitaplar yazdım, çeviriler yaptım. 350 bölüm dizi çektim, bunun 300 bölümünü yazdım, yönettim. 10 yıldır Türkiye’deki en büyük şirketleri, iyi takımları bir araya getirmek adına eğiten adamım ben. 10 yıldır aynı lafları söyleyen, "S..im, s..im diye ortada dolaşan, aynı skeçleri oynayan bir adam değilim. Kendini oradan çıkarıp, 35 yılda buraya getirmiş olan Ali’ye, 35 yıl öncesinin lafıyla saldırıyorsan, bu senin aczini, korktuğunu gösterir. Demek ki 35 yıldır benim yaptıklarımı ağzının suyu akarak izlemiş. Kıskanmış da haberim yok. Bence onun doktora gidip tedavi olması gerek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)