Pazartesi, Ağustos 6

Yazar: Madımak Oteli'nin altı kebapçı


Madımak Oteli'nin altı kebapçı olmuş... Sözün bittiği noktadır bu!

Yazar Lütfiye Aydın, Sivas'ta yakılan Madımak Oteli'nden kurtulanlardan biriydi. Hayatındaki is ve alev kokusu eşliğinde harfleri, okumayı, yazmayı yeniden söktü. Kitabı Cemre'nin yeniden basımıyla birlikte o günleri tekrar anlattı. "O oteli utanç müzesi yapmaları gerekirken et lokantası yapıyorlar alay eder gibi... Bu inanılmaz," diyor..

Unutuyoruz...
İşimize gelmeyen her şeyi unutuyoruz, hafızamızdan siliyoruz, yaşanmamış sayıyoruz. Biz yaşamadık ya nasılsa, 'Geçer,' diyoruz... 2 Temmuz 1993'te yaşanan Sivas katliamı mesela... Üzerinden 14 yıl değil, yüzlerce yıl da geçse unutulmaması gereken bir vahşeti yaşanmamış sayabiliyoruz. Lütfiye Aydın'ı da unuttuk, her şeyi unuttuğumuz gibi... Eşiyle birlikte o utanç yangınından çıkmayı başaran, aylarca olayı hatırlayamayan, konuşmayı-yazmayı unutan, deri nakli yapılan, çıldırmanın eşiğinden dönen yazar Lütfiye Aydın'ı... Can Yayınları hatırlattı onu bize yeniden. İlk basımı 1991'de yapılan Cemre isimli öykü kitabını 2 Temmuz'un 14'üncü yıldönümünden hemen sonra tekrar yayımladı. O korkunç olaydan sonra iki kitap daha yazdı Aydın ama yazılarının bir yerinden hep Sivas katliamı da girdi. Çünkü yaşamının akışı değişti, bu olay onun yazarlığının önüne geçti hep. "Ben bu işten kurtulmak istiyorum artık," diyor o, ama bu olay unutulmasın, üzerine toprak atılmasın diye de uğraşıyor. O yüzden yaşadıklarını bütün çıplaklığıyla yeniden anlatıyor....

- 'Bu olay benim yazarlığımın önüme geçti' demişsiniz; neden?
- Çünkü hep 'Okuma yazmayı unuttu', diye haberlerim çıktı. Okuma yazmayı unutan insan o olaydan sonra üç tane kitap yazabilir mi kardeşim? Üç kitap, sayısız oyun, sayısız ders programı yazdım. O, o günlere özgü bir durumdu, olayın şokuyla yaşanan bir şeydi ve bunu uzun uzun anlattım.

- Hatırlamama süreciniz ne kadar sürdü peki?
- İki-üç ay falan. Eşimin desteğiyle hatırladım; bana Latif der; 'Latif sen bir zamanlar oyunlar yazıyordun,' diyordu. 'Oyun mu yazıyordum, peki oyun nasıl yazılır?' diye soruyordum. Üç-dört yaşında çocuk gibiydim; her şeyi şaşkınlıkla karşılayan, yarım yamalak konuşan... Zamanla bellekte aydınlanmalar olmaya başladı.

- Ne hatırlıyordunuz aydınlanma olduğunda?
- Hep çocukluğumu anımsadım...

- Doktorlar çocukluğu hatırlamayı nasıl yorumluyordu peki?
- Ana rahminde çocuk çok güvenlidir, kendini en iyi hissettiği yer orasıdır. Çocukluk en umutlu, en güzel, en korkusuz çağ; herhalde sığınışım ondandı. Yakınıyordum 'Hatırlamıyorum' diye... Doktorum da 'Bir an için hatırladığını düşün, ne olacak, her şey çok mu iyi olacak?' derdi bana. 100 insan çığlık çığlığa 'Beni kurtarın,' diye bağırıyor... Buna dayanılmaz sahiden de. Bana koyan şey şuydu; sen hastaneden çıkıyorsun iki-üç ay sonra herkes olaya alışmış, bağışıklık kazanmış, sen birdenbire öğreniyorsun ki bütün arkadaşların ölmüş!

- Eşinizin yanınızda olması şans mıydı sizin için, şanssızlık mı?
- Eşim olmasaydı orada beş ölü daha olacaktı, yani Madımak'ta ölü sayısı 40'a çıkacaktı. Çünkü eşim beni, bir arkadaşımı, arkadaşımın karısını, kendini kurtardı. Eşim benim şansımmış, yoksa yoktum ben!

- Yıllar geçti, hâlâ yangın anını hatırlamıyor musunuz?
- Yangına kadar bölük pörçük bir şeyler hatırlıyorum. 1 Temmuz günü buradan gidişimiz hatırımda, akşamı hatırımda. İkinci günü hatırlıyorum; kitap standları hazırlanmış, tek kişi gelmiyor içeri. Hâlâ kondurmak istemiyoruz, meğer gelenler kapıdan çevriliyormuş, 'Gidin belanızı mı arıyorsunuz?' diye. Aziz Nesin kapıya yakın bir yerde oturuyor, bir muhabirle atışıyorlar. O günlerde Aziz Bey, Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri kitabını çeviriyordu, sonra polisler geldi, 'Toparlanın çıkın,' dediler.

YANGINI SİLMİŞ...
- Sizi tedirgin eden, kuşkulandığınız başka şeyler oldu mu?
1 Temmuz sabahı oraya indiğimizde, genç semahcı kızlar vardı, kolları açık hepsinin, onlara saldırmışlar otobüsten iner inmez. Bu bizden gizlendi. Ondan sonra şehirdeki hava garipti. Şenliğe gittik ama şenlik havası, coşku yoktu, bir durgunluk, bir hoşnutsuzluk havası... Buralara kadar olanları hatırlıyorum..

- Siz saldırı anını sildiniz galiba kafanızdan?
- Hayal meyal otelin taşlanmasını da sonradan hatırladım ama yangın yok! Yangından itibaren silmiş atmışım. Herhalde o çığlıklara dayanamadım. Eşimin anlattığı kadarı var kafamda....

- Otelin boşluğuna atlamışsınız galiba...
- Alevler geliyor tabii, eşim de otelin bina boşluğunu görünce 'Biraz umut var, atlayalım şuraya,' demiş. Üstü camla kaplıymış. Bir karı-koca arkadaşımız daha var. Yüksekçe bir yerdi ki, ayak parmağım kırılmıştı. İtfaiye suyu sıkınca da tüm camlar üzerimize yağıyor. Yanıkların sebebi o camlar yani. İnsanların büyük çoğunluğu dumandan boğularak öldü zaten...

- Tekrar nasıl yazmaya, okumaya başladınız?
- Zaman çok iyi bir doktor! Aradan bir zaman geçti, eşim yazdıklarımdan örnekler getirdi. Harfleri hatırlıyorum ama elimin altından kaçıyorlar. Öyle kaotik bir şey ki, çok sarhoş olursunuz, dünyayı hem görür hem görmezsiniz, hem algılar hem algılamazsınız ya, öyle bir şey. Bulmaca çözme alışkanlığım vardı. Cumhuriyet Pazar bulmacasını almışım elime, kuzu sesi 'me', ilk onu hatırlamışım. (gülüyor) Fakat onun yerini bulup yazacağım, kare elimin altından kaçıyor. Hem komik, hem çok acıklı bir süreçti. Bir süre sonra daktilo istedim, yazmaya çabalıyorum, harfler kaçıyor.

- Sonra yaşadıklarınızı Kül Tablet kitabında anlattınız. Ne kadar zamanda yazıldı bu kitap?
- 97'de yayımlandı. Olay 93'te yaşandı, epey bir süre yani.

- Bunları hatırlamak, yazmak sizin için zor oldu mu?
- İçimde yaşadıklarımı yazdım daha çok çünkü o anı, katliamı hatırlamıyordum. Bir de yazmak beni sağalttı; içimdeki zehri akıttım. Ağlayacağım kadar ağlamışım zaten. Ayrıca ağlayanlara da sinirlenip, öfkeleniyordum.

- Neden?
- Ben ağlayamıyorum, siz nasıl ağlarsınız diye!

- Peki bu kadar zaman geçtikten sonra insanın içinden isyan duygusu kayboluyor mu?
- Maalesef evet! O öfkeyle yaşasan dünyanın en tatsız, en nemrut, en lanet insanı olur, herkesi suçlarsın. Bir de beni acıtan şu; bu ülkede manevi tazminat davası diye bir şey yok. Amerika'da McDonald's'da bir çocuğun ayağına çay dökülüyor, aile zengin oluyor. Ben bundan zenginleşeyim istemiyorum, bu ayıptır, yüz karasıdır. Ama manevi olarak şunun tazmin edilmesini isterdim; ben bir yazar olarak asıl yazacağım kitapları yazmadım, başka şeyler yazmak durumunda kaldım hep.

- Ne demek bu?
- Her kitabımın bir ucundan Sivas giriyor çünkü... İstemiyorum ama giriyor. Benim yazmak istediğim çok şeyler var, dosyalarda durur. Mesela Yemen'in, Balkan Harbi'nin romanını yazmak isterdim. Yine yazarım, ama zaman bulamazsam?

'İyi ki yakan kişi değilim'

- Bu olayları yapan insanları düşününce öfkeye kapılıyor musunuz?
- Bir gazetede okumuştum; bir baba, oğlunu omzuna almış, yangını beraberce izliyorlarmış. Beni en çok bu acıtmıştı. O adama nefretle karışık bir acıma hissettim. O çocuk ilerde ne olur? Yanan insanları çocuğuna nasıl seyrettirir bir insan? Bunu benim insan yüreğim kabul edemez. Onun için diyorum ki, iyi ki yakan değilim! İnsan elinde kanla nasıl yaşayabilir?

- Peki bu saatten sonra ne sizi rahatlatırdı, ruhunuza iyi gelirdi?
- Halkımız bu olaya tepki gösterip, laisizme sahip çıkabilirdi, bu benim içimi rahatlatırdı, başka hiçbir şey rahatlatamaz. İnsanlar artık bunu kanıksamış, en çok buna üzülüyorum.

'AİHM'ye gitmeyi ayıp saydık'

Vücudunuzun ne kadarı yandı?
- Doktorun söylediği üçüncü derece yanık, çok ağır! Bacaklarım, kollarım, boynum, kalçam, sırtım... Bizi bulanlar hastaneye götürmüşler, hareketsiz yatıyormuşum, 'EX' demişler, tam morga götüreceklerken nefes aldığımı görmüşler. Sivas'ta ölenlerle aynı uçakta gelmişim. Doktorlar benim duruşmaya gitmemi de istemedi.

- Neden?
- Hatırlamıyorum ki! Birisinin tipi hoşuma gitmeyecek, o anda canım da çok yanıyor, 'Oydu,' diyeceğim belki! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gidebilirdik ama bunu ayıp saydık. İki çocuğunu kaybedenler var, onlar gitmiyor, sen niye gideceksin!

- Belki de bunun bilincinde değildi o gitmeyenler...
- Ama dünyanın gözü önünde oldu güzel kardeşim...

- Sonraki süreçte neler oldu?
- Deri nakli yapıldı, o ölen hücreleri sıyırarak aldılar ve hiçbir ilaç o ağrıyı duymanı engelleyemiyor, korkunç bir şeydi. İki günde bir derimiz yüzülüyordu, pansumana gidiyorduk.

- Hiçbir şey hatırlamamanın ötesinde bildiklerinizi de unuttunuz; okuma yazmayı hatırlamadınız, her şeye baştan başladınız değil mi?
- Kızı Ceren: Hastaneye gittiğimde, 'Ceren,' diyor, kafasını çeviriyor, tekrar dönüp 'Ceren,' diyor. Beni her gördüğünde yeni görmüş gibi oluyor.

- Öbür tarafa gidip geldiniz mi peki? Ne yaşadınız gözünüz kapalıyken?
- Hiçbir şey! 2 Temmuz'la 5 Temmuz arasında hiçbir şey yok, derin bir uykuya dalıyorsun. 5 Temmuz günü kızımın doğum gününde gözlerimi açmışım.

'Hâlâ hümanist biriyim'

- Her yıl 2 Temmuz geldiğinde ne geliyor aklınıza?
- O tarih yaklaşırken bende titremeler, sarsılmalar başlıyor. Biliyorum ki telefonlar çalacak, insanlar 'Ne düşünüyorsunuz?' falan diyecek. Çoğuna yanıt vermem. Çünkü bu konuda söylenmedik hiçbir şey kalmadı. Beri yandan da unutulsa ona da kızacağım, böyle bir ikilem yaşıyorum. Ama 'hiç olmamış farz edelim' havası beni çok öfkelendiriyor. Türk halkı Sivas'la yüzleşmedi, hesaplaşmadı, üzerine bir avuç toprak attı.

- Sonra hiç Sivas'a gittiniz mi?
- Hayır! Ne işim var orada benim, altın döşeseler gider miyim? 58 plakalı araba görsem fena oluyorum, oraya mı gideceğim?

- Bir şey olsa, yolunuz düşse, gitmeniz gerekse, gitmez misiniz?
- Hayır, küskünüm ben o şehre. Ahmet Turan Alkan'ın eski Sivas'ı anlattığı Altıncı Şehir diye bir kitabını okudum, sanırsın ki benim çocukluğumun Antep'i. Böyle güzel bir şehir bu hale nasıl getirilir, bu şehirlere bu insanlar nasıl kıyar? (ağlamaya başlıyor) Ya, ben tek bir karınca bile ezmedim bugüne kadar...

- Eski sizden bir şey kaldı mı peki geriye?
- Sivas öncesi benden mi? Hâlâ hümanistim, hâlâ iyimserim, iyi insan olduğuma başkaları karar verir ama kötü olmadığımı biliyorum, hâlâ kedileri seviyorum, şekeri seviyorum, güzel bir insan sesi duyunca mutlu oluyorum. Gözünüzün rengi gibi değişmeyecek şeyler bunlar...

Hiç yorum yok: